Wednesday, 9 November 2011

Proxemics ve etkileri üzerine

Giriş
İnsanlarla aramızdaki fiziksel mesafelerde olduğu gibi kültürel yönden etrafımızı saran mekansal ve zamansal birçok mesafe vardır. Antropolog Edward Hall, Proxemic Teorisini ortaya attığı The Hidden Dimension (1966) isimli kitabında işte bu mesafeleri tanımlar. 


Proxemic teorisi, günlük yaşamda etkileşim içinde olan insanların paylaştıkları ölçülebilir alanların onlar üzerindeki bir araştırmasıdır.  Hall bu teoriyi geliştirirken paylaşılan ortak alanlara göre insanların mesafe algılarını inceler. 


Mesafeler üzerine
İnsanların vücudunun etrafında kendi kişisel alanları olarak korudukları belli bir boşluk vardır. Hall, bu alanı insanı içine alan bir hava kabarcığı olarak tanımlar. Bu boşluğun büyüklüğü kişinin yetiştiği bölgedeki nüfus yoğunluğuyla ilişkilidir. Yani kalabalığa alışkın bir kültürden gelen kişi ile daha geniş alanlara ihtiyaç duyan farklı bir kültürden gelen kişinin korumayı istediği mesafe farklıdır. Sosyal statü de kişinin koruma ihtiyacı duyduğu mesafeyi etkileyebilir. Ayrıca yaş ve cinsiyetin de içinde yaşanılan kültürün getirdiği ölçütlere göre mesafeler üzerinde etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.

Friday, 12 August 2011

Zamanizm'e doğru

"O halde, başlangıçta ne vardı?"
Düşünebilen her canlının en az bir defa soracağı bu soru, geçen hafta, tatil dönüşünü 9 saatlik araba yolculuğu ile gerçekleştiren bir grubun, felsefeden psikolojiye, biyolojiden fiziğe varan sohbetinin inişli çıkışlı evrelerinden birinde, aceleci bir ağızdan heyecanlı bir ses tonuyla arabanın boşluğuna doğru dökülüverdi: "O halde, başlangıçta ne vardı?" Sohbeti yeni bir viraja sokan bu soru, o gün orada, bilimin açıklayabildiği ve elbette bizim bilimi yorumlayabildiğimiz kadarıyla tartışıldı, ve evrendeki yerimize karşılık kendi varlığımızın anlamsızlığı noktasında yoğunlaşarak, huşu içerisinde susulması ile son buldu.

Dün akşam, yapmaktan hiç de hazzetmediğim bulaşık işlerine giriştiğim sırada, kafamda, o günkü tartışmanın izleri ve daha birçok düşünce vardı. Durulama safhasına geçmek üzereyken, sessizce konuştum köpüklere doğru: "Başlangıca, yokluğa gidiyorsunuz."

Gündelik sohbetlerde, konusu açıldığında, dördüncü boyutu açıklamak için hep şu örneği veririm: Bir solucan düşünün, zaman zaman düşey eğimleri olan iki paralel plaka arasında, kendi yüksekliğine hapsedilmiş şekilde yol alıyor. Solucan düşünebilen bir canlı olsaydı, eğimli yola girdiğinde, aşağı doğru daha iyi hareket ettiğini, buna karşılık yukarı tırmanışta zorlandığını fark edecek, ancak buna bir anlam veremeyecekti. Solucanın üçüncü boyutu hissettiği halde onu çözümleyememesi, dördüncü boyut olan zamana yaklaşımımızla aşağı yukarı aynıdır; onu hissederiz, ancak nasıl işlediği konusunu açıklayamayız.

Monday, 18 July 2011

Uyum, uzlaşma ve eylemsizlik

Parçası olmayı istemediğiniz bir durumun içinde kaldığınız anlar olmuştur. Terk etme hissiyatınız kalma zorunluluğunun verdiği çaresizlik içinde debelenirken, ya duruma isyan edip harekete geçmek ya da usulca zamanın geçmesini beklemek gelir elinizden; ancak çoğu zaman eylemsiz kalıp zamana bırakmayı tercih edersiniz. İsyan ettiğiniz durum her ne olursa olsun çetin bir savaş vermenizi gerektirebilir, bu da düşüncenizi savunmak için kavga etmeniz demektir. Koşullara karşı verilen her savaş, insanoğlunun binlerce yıldır kendi elleriyle kurduğu düzen sofrasının sallanması ve etkisi bilinmeyen -bu nedenle de kaygı veren- bir tepkinin doğması anlamına gelir. Dolayısıyla, koşullarındaki istikrarı sürdürme eğiliminde olan insan; düzeni bozan, huzursuzluk veren faktörleri, henüz gerçekleşme aşamasından itibaren, yok etmeye çalışır; bu yolla, problemlerinin, aksaklıklarının varlığını bilse de var olan düzeni korumuş, kollamış olur. İnsandaki bu davranış kuşkusuz onun doğasındaki uyum ve uzlaşma eğilimine işaret eder. Bu sebeple uzlaşma, kavga gürültü ile mevcut koşullarının zedelenmesini istemeyen insan için vazgeçilmez bir hal alır. Aksi taktirde, geçmişten günümüze kolektif biçimde yaşamını sürdürmüş, bu sayede doğaya karşı verdiği çetin savaşta hayatta kalmayı  başarmış insanoğlu; yaklaşık 350.000 yıllık varoluş tarihinde, gelişim ve sürekliliğini bu denli sağlayamazdı. İşte ondaki bu uzlaşma eğilimi, toplumu oluşturan bireylerden biri olarak sizi, kavga edip huzuru bozan kişi olmak yerine, düzenini korumak üzere anlaşma yoluna giden eylemsizlerden biri olmaya meylettirir.

Friday, 24 June 2011

Gözlem ve duysal farkındalık



Günlük hayatta başımızdan geçenler, birbirimize olan davranışlarımız, ilişkilerimiz, yaptığımız rutin sohbetler, resmimizi dışarıdan izleyen bir çift göz için muhteşem bir gözlem konusu olsa gerek. O yüzdendir ki, resimdeki çerçevenin dışına çıkmanın, akıştan kaçarak kenardan kenardan yaşamanın ayrı bir keyfi oluyor. 


Algı  bombardımanı 
Alıp başını yürümüş bir sohbet ortamı düşünelim. Hikayesini anlatan, sıra bekleyen, araya girmeye çalışan veya araya girmeyi başaran kişilerin olduğu aktif bir grubun içinde öyle biri olsun ki; kendi halinde, belki 15 dk önce oluşmuş bir tebessümün kalıntısı yüzünde hala duruyorken, usulca ve dikkat içinde çevresini izlemektedir. Sohbete katılmaz, zaten pek dinlediği de yoktur; ilgisi konuşmada değil, konuşmacıların kendisindedir; belki karşısında oturanın konuşurken kaşlarında oluşan devinimleri izliyor, belki sağ yanındakinin sürekli gözünün karşı masada oturan kadına nasıl kaydığını takip ediyor, belki de solundakinin ayaklarını sıkıldığı için mi, yoksa gayriihtiyari olarak mı salladığını tayin etmeye çalışıyordur...
Doğaçlama - Wassily Kandinsky
Böyle bir süreç yaşanırken sesler duyma eşiğinin altında, renkler bir o kadar canlı, yalnızca görüntü bağıra çağıra, paldır küldür konuşuyordur onunla. Çünkü, o anda, algıda bir üst katmanda, çerçevenin dışında, Kandinsky'nin fırçasından çıkmış bir resme bakar gibi seyrediyordur çevresindeki görüntüleri, görüntüdeki renklerin çıkardığı sesleri ve seslerin yarattığı melodileri.