"O halde, başlangıçta ne vardı?"
Düşünebilen her canlının en az bir defa soracağı bu soru, geçen hafta, tatil dönüşünü 9 saatlik araba yolculuğu ile gerçekleştiren bir grubun, felsefeden psikolojiye, biyolojiden fiziğe varan sohbetinin inişli çıkışlı evrelerinden birinde, aceleci bir ağızdan heyecanlı bir ses tonuyla arabanın boşluğuna doğru dökülüverdi: "O halde, başlangıçta ne vardı?" Sohbeti yeni bir viraja sokan bu soru, o gün orada, bilimin açıklayabildiği ve elbette bizim bilimi yorumlayabildiğimiz kadarıyla tartışıldı, ve evrendeki yerimize karşılık kendi varlığımızın anlamsızlığı noktasında yoğunlaşarak, huşu içerisinde susulması ile son buldu.
Dün akşam, yapmaktan hiç de hazzetmediğim bulaşık işlerine giriştiğim sırada, kafamda, o günkü tartışmanın izleri ve daha birçok düşünce vardı. Durulama safhasına geçmek üzereyken, sessizce konuştum köpüklere doğru: "Başlangıca, yokluğa gidiyorsunuz."
Gündelik sohbetlerde, konusu açıldığında, dördüncü boyutu açıklamak için hep şu örneği veririm: Bir solucan düşünün, zaman zaman düşey eğimleri olan iki paralel plaka arasında, kendi yüksekliğine hapsedilmiş şekilde yol alıyor. Solucan düşünebilen bir canlı olsaydı, eğimli yola girdiğinde, aşağı doğru daha iyi hareket ettiğini, buna karşılık yukarı tırmanışta zorlandığını fark edecek, ancak buna bir anlam veremeyecekti. Solucanın üçüncü boyutu hissettiği halde onu çözümleyememesi, dördüncü boyut olan zamana yaklaşımımızla aşağı yukarı aynıdır; onu hissederiz, ancak nasıl işlediği konusunu açıklayamayız.
Zamanın nasıl var olduğu konusunu açıklayamayan elleri köpük içindeki bünyem, bulaşığı durulama aşamasına geçtiği sırada, düşüncelerde temel fiziğin zaman formülleri üzerine çoktan yolculuğa çıkmıştı bile:
Zaman, hız başına katedilen yol idi. Peki, zaman ilerlemeseydi (yani zaman "0" olsaydı), yol var olabilir miydi? Zaman yok iken ne yol, ne de hareket olacaktı. Yani yol sadece bir noktadan ibaret olacaktı; öyle ki, sonsuzda bir nokta, yokluk... O halde şu an var dediğimiz her şey zamandan önce yoktu ve yokluk içinden çıkmıştı. Bu durumda, başlangıçta sadece 'yok' vardı. Bu, öyle bir yok'tu ki, içinden var doğabilecek gizli bir birikimi de olmalıydı aynı zamanda. Yok'tan var doğmasını sağlayan, olayların gerçekleştiği boyut zamandı ve bilim insanlarının Büyük Patlama (Big Bang) olarak tanımladığı anda ortaya çıkmıştı.
Zamanizm
Soğuk suda buruşan parmaklarımı ovalarken, "Yok'u var eden, var'ı yok eden zaman nasıl ve hangi koşulda doğdu o halde?" sorusuyla baş başaydım. Yokluk'ta (bilim insanlarının deyimiyle 'tekillik'te) genleşme ile sıcaklığın ve yoğunluğun azalmasını sağlayan ve bu yolla yeni var'lar yaratan zaman, o andan itibaren, düşünebildiğim en üst "yaratıcı" konumundaydı. O olmasa, biz var olamayacaktık, yokluk içinde tek olacaktık. Paganlığın ötesine, agnostikliğin berisine gezeduran mevcudiyetim artık olası yeni bir inanç temelini sorguluyordu. Üstelik buna bir isim bile bulmuştu: Zamanizm. Belki, önümüzdeki yüzyıl insanının "popüler" dini inancı zamanizm olacaktı ve zamanizm yaşamda her anın kutsallığına işaret eden bir felsefe ile donatılacaktı. Üstelik evrenin var olmasını sağlayan bu "yüce gücü" yaşadığımız her an hissedebiliyorduk.
Kurgulamaya başladığım bu yeni inancın temellerini atarken, zamanizm akımının doğması halinde bunun ilk temsilcilerinden biri olacağımı düşündüm. O anda yüzümde koca bir gülümseme belirmişti. Elbette, bulaşığın henüz bitmiş olması neticesinde ak pak görünen tezgaha attığım bakışın aynı zamana denk gelmesi tesadüfi değildi.
Dinler tarihi insanların korkularıyla başlar. Canlılar arasında akıl yürütebilen, fızıksel yapısındaki elverişli şartları nedeniyle besin toplayabilen, araç gereç yapabilen, bu sayede hayatta kalabilen ve kendini geliştirebilen insan, bu özellikleriyle dünyadaki en üstün varlık olduğunun farkındadır; ancak, aynı zamanda, gelişiminin ilk evrelerinde, ateş, şimşek, gök gürültüsü gibi anlam veremediği doğa olaylarının ve özellikle ölüm gibi kontrol edemediği bir gerçeğin varlığı nedeniyle, hükmettiği doğadaki en ufak canlı kadar çaresiz olduğunun da farkındadır. İşte bu farkındalık, öngöremediği tehlikelere karşı dirayet gösterip, bilinmeyenin korkusuna katlanarak yoluna devam edebilmesi için onu kendinden daha üstün olan bir varlığa inanma ihtiyacına sevk eder. Böylece insan, dini inanç ekseninde, büyü gibi kestirme yollara başvurarak bilginin efendisi olmayı başarır ve yaşamı boyunca yanıtını veremeyeceği sual bırakmaz.
Resmi olarak dinler tarihi 5000 yıl önce yazının bulunmasıyla başlar. Bu zamandan günümüze gelindiğinde, dinlerin ortaya çıkışındaki temel noktanın ölüm içgüdüsü olduğu görülür. Bu yüzden, varlığının sonlanacağı bilinciyle yaşayan insan, temel bir korkuyu taşır; ölüm korkusu... Aslında, insanın doğduğu zamanki var olma bilinciyle gelen ilk korkusu yaşama karşı deneyimlediği korkudur; ancak, gariptir ki yaşama karşı gelişen bu korku, dönüşerek ölüm korkusu halini almıştır. Bir başka deyişle insandaki var olma korkusu, yerini yok olma korkusuna bırakmıştır. Bu noktada ölüm, yaşamın sonlanışı -var'dan yok'a geçiş- anlamına gelirken; doğum, öteki yaşamın sonlanışı -yok'tan var'a geçiş- demektir. Buradan, korkunun saf biyolojik bir yapı olduğu ve içeriğini koşullara göre aldığı sonucu çıkmaktadır.
İnsan, artık, her yaşam formunun varlığının elbet bir gün sona ereceği gerçeği ile karşı karşıyadır; ölüm içgüdüsünü dış dünyaya yansıttığı andan itibaren, bilgiye gitmek üzere yarattığı kestirme yolları kullanarak, çaresizlik anlarında sığınacağı bir yaratıcıya kavuşmuştur. İşte, insandaki ölüm sonrası mevcudiyetin süreceği inancı böyle ortaya çıkmıştır.
Artılarıyla Zamanizm
İnsanı yokluğa (ölüme) götüren zamandır. Bu açıdan bakıldığında, varlık zamanın elindeki bir oyuncaktan ibarettir. İnsan, kendisini ölüme yaklaştıran zamana karşı öyle savunmasızdır ki, ne yaşadığı pişmanlıkları dolayısıyla geçmişini değiştirebilir, ne henüz yaşamadıklarının getireceği bilinmezlerden kendini koruyabilir, ne de mevcut anı kaybet(me)mek üzere onu kontrol edebilir. Zamana karşı böylesine çaresiz konumda olan insan için daha büyük bir gücün varlığından söz edilebilir mi? Bu açıdan zamanizm, bilinen korkulan (zaman) ile bilinmeyen korkulanı (tanrı) birleştirerek, onları bir bütün olarak yorumlama olanağını vermektedir. Bu da, yaratıcıyı çözemese de onu her an hissedebilen insanoğluna, inandıklarının peşinden gitme konusunda kolaylık sağlamaktadır. Sizce de, varlığına dair işaret olarak asaların yılana dönüşmesi, denizlerin ikiye ayrılması gibi geçmişte olduğu söylenegelen 'bilgilere' ihtiyaç duymadan, her an farkında olduğu bir yaratanın himayesine girmeyi tercih etmez miydi, içi korku dolu insan?
Yaşamımız boyunca nice "aşk"lar gelip geçmiştir. Onları var eden her ne kadar biz olsak da, yok eden hep zaman olmuştur. "Sana ait olmadığını bildiğin bir kişiyi senden almış olan" zaman değil midir? Veyahut, "Başka yerde, başka zamanda" ile başlayan klişeleri cümlelerimize koymamızı sağlayan yine zamandır, öyle değil mi? "Seni ona kavuşturan", "o anda doğru yerde olmanı sağlayan" da zamanın ta kendisidir. Buradan hareketle, insanoğlunun yaşamında olumlu etkisi olan aşkın, zamanın kıskacı altında sürekliliğinden alıkonulma tehdidi ile karşı karşıya olduğu görülmektedir.
Mevcut dinler sevgi* üzerine inşa edilmiştir. Kimi dine göre sevgi varlığın amacı, kimisine göre yaratıcının bir yansıması, kimisine göre ise yaratıcıya ulaşma aracıdır. Mevlana "Yaratılanı sev, yaratandan ötürü" der. Budistler nirvanaya ulaşmanın sevgiye dayalı bir meditasyondan geçtiğine inanır. Şamanizm'deki Chimalu öğretisinde, "Neyi seversen sev, nice önemsiz olursa olsun, sevdiğini yoğun ve koşulsuz sev" denmektedir. İnsanlık tarihinde ve dolayısıyla dinler tarihinde sevgi bu kadar önemli bir kavramken, zamanizm bu kavramı direkt olmasa da dolaylı yollardan baltalayan bir "yaratıcı" olarak oldukça kolay işaret gösterilebilir. Bu özelliğiyle zamanizm, sevgiye bambaşka bir felsefe ile yaklaşmalıdır ki, insanlık onun hükmü altına girebilsin ve onu benimseyebilsin.
Son Söz
Kurgulamaya başladığım bu yeni inancın temellerini atarken, zamanizm akımının doğması halinde bunun ilk temsilcilerinden biri olacağımı düşündüm. O anda yüzümde koca bir gülümseme belirmişti. Elbette, bulaşığın henüz bitmiş olması neticesinde ak pak görünen tezgaha attığım bakışın aynı zamana denk gelmesi tesadüfi değildi.
Dinler Tarihi

Resmi olarak dinler tarihi 5000 yıl önce yazının bulunmasıyla başlar. Bu zamandan günümüze gelindiğinde, dinlerin ortaya çıkışındaki temel noktanın ölüm içgüdüsü olduğu görülür. Bu yüzden, varlığının sonlanacağı bilinciyle yaşayan insan, temel bir korkuyu taşır; ölüm korkusu... Aslında, insanın doğduğu zamanki var olma bilinciyle gelen ilk korkusu yaşama karşı deneyimlediği korkudur; ancak, gariptir ki yaşama karşı gelişen bu korku, dönüşerek ölüm korkusu halini almıştır. Bir başka deyişle insandaki var olma korkusu, yerini yok olma korkusuna bırakmıştır. Bu noktada ölüm, yaşamın sonlanışı -var'dan yok'a geçiş- anlamına gelirken; doğum, öteki yaşamın sonlanışı -yok'tan var'a geçiş- demektir. Buradan, korkunun saf biyolojik bir yapı olduğu ve içeriğini koşullara göre aldığı sonucu çıkmaktadır.
İnsan, artık, her yaşam formunun varlığının elbet bir gün sona ereceği gerçeği ile karşı karşıyadır; ölüm içgüdüsünü dış dünyaya yansıttığı andan itibaren, bilgiye gitmek üzere yarattığı kestirme yolları kullanarak, çaresizlik anlarında sığınacağı bir yaratıcıya kavuşmuştur. İşte, insandaki ölüm sonrası mevcudiyetin süreceği inancı böyle ortaya çıkmıştır.
Artılarıyla Zamanizm
İnsanı yokluğa (ölüme) götüren zamandır. Bu açıdan bakıldığında, varlık zamanın elindeki bir oyuncaktan ibarettir. İnsan, kendisini ölüme yaklaştıran zamana karşı öyle savunmasızdır ki, ne yaşadığı pişmanlıkları dolayısıyla geçmişini değiştirebilir, ne henüz yaşamadıklarının getireceği bilinmezlerden kendini koruyabilir, ne de mevcut anı kaybet(me)mek üzere onu kontrol edebilir. Zamana karşı böylesine çaresiz konumda olan insan için daha büyük bir gücün varlığından söz edilebilir mi? Bu açıdan zamanizm, bilinen korkulan (zaman) ile bilinmeyen korkulanı (tanrı) birleştirerek, onları bir bütün olarak yorumlama olanağını vermektedir. Bu da, yaratıcıyı çözemese de onu her an hissedebilen insanoğluna, inandıklarının peşinden gitme konusunda kolaylık sağlamaktadır. Sizce de, varlığına dair işaret olarak asaların yılana dönüşmesi, denizlerin ikiye ayrılması gibi geçmişte olduğu söylenegelen 'bilgilere' ihtiyaç duymadan, her an farkında olduğu bir yaratanın himayesine girmeyi tercih etmez miydi, içi korku dolu insan?
Olası Eksiler
İçgüdüsel başka bir duyguya gelelim. Freud'a göre libido olarak tanımlanan aşk... Temeli, ortaya çıkışı, amacı, aracı vs. konularına girme niyetinde değilim. Daralttığım eksenin altına geçtiğim vakit, varlığını sorgulayan bir insanın zamanla varlığının anlamsızlığına inanması veya sürekli aynaya bakmanın bir müddet sonra kendinden yabancılaşma hissini getirmesi gibi aşk da, melankoni ve romantizm dolu tahtından aşağı inmek durumunda kalacaktır. Yaşamımız boyunca nice "aşk"lar gelip geçmiştir. Onları var eden her ne kadar biz olsak da, yok eden hep zaman olmuştur. "Sana ait olmadığını bildiğin bir kişiyi senden almış olan" zaman değil midir? Veyahut, "Başka yerde, başka zamanda" ile başlayan klişeleri cümlelerimize koymamızı sağlayan yine zamandır, öyle değil mi? "Seni ona kavuşturan", "o anda doğru yerde olmanı sağlayan" da zamanın ta kendisidir. Buradan hareketle, insanoğlunun yaşamında olumlu etkisi olan aşkın, zamanın kıskacı altında sürekliliğinden alıkonulma tehdidi ile karşı karşıya olduğu görülmektedir.
Mevcut dinler sevgi* üzerine inşa edilmiştir. Kimi dine göre sevgi varlığın amacı, kimisine göre yaratıcının bir yansıması, kimisine göre ise yaratıcıya ulaşma aracıdır. Mevlana "Yaratılanı sev, yaratandan ötürü" der. Budistler nirvanaya ulaşmanın sevgiye dayalı bir meditasyondan geçtiğine inanır. Şamanizm'deki Chimalu öğretisinde, "Neyi seversen sev, nice önemsiz olursa olsun, sevdiğini yoğun ve koşulsuz sev" denmektedir. İnsanlık tarihinde ve dolayısıyla dinler tarihinde sevgi bu kadar önemli bir kavramken, zamanizm bu kavramı direkt olmasa da dolaylı yollardan baltalayan bir "yaratıcı" olarak oldukça kolay işaret gösterilebilir. Bu özelliğiyle zamanizm, sevgiye bambaşka bir felsefe ile yaklaşmalıdır ki, insanlık onun hükmü altına girebilsin ve onu benimseyebilsin.
*Sevginin aşkın devamı olduğu ve aşkın sürekliliğinin sevgi ile mümkün olacağı fikrindeki çoğulcu yaklaşım sebebiyle, yazımda, sevgi kelimesine geçmeyi uygun gördüm.
Son Söz
Biraz tiye alarak, biraz da hayal kurarak ele aldığım yokluk-zaman-varlık üçgenini, temelini attığım olası bir inanç türü (zamanizm) üzerinden, insanın ilkel alt benliğinden üst benliğine taşınan ölüm korkusu ve aşk kavramları ile değerlendirmeye çalıştım. Elbette, kafamda anlık gelişen bu düşünceler, yeni bir inancı doğurma çabasından ziyade, fikrin keyif vermesi bir yana; dine, aşka, korkularımıza, kısacası yaşamımıza alternatif bir gözle bakma isteğinden ileri geliyor. Ancak, günler, aylar, hatta yıllar boyunca tartışarak yeni bir inanç sistemini yaratmanın güç olmadığı da bir gerçek. İnsanoğlunun kendi yarattığı simgeleri kullanarak yaşamını ve evreni ifade etmeye çalışmasının mümkün olmayacağı gerçeğini göze aldığımızda, her zaman açıklanamayan bir konunun kalacağı aşikardır. Bu nedenle inanç, insan var olduğu sürece yaşamaya devam edecektir. İnsanın, varlığının sona ermesiyle, bundan 13.5 milyar yıl öncesine, başlangıçtaki yok'a dönmesi ise baki olandır.
No comments:
Post a Comment