Sunday, 1 January 2012

"Değişen dünya düzeni"ne bir bakış

Değişen dünya düzeni
Duymaya alışık olduğumuz bir ifade, değil mi? Genelini kravatlı, ciddi suratlı konuşmacıların oluşturduğu TV programlarında kurulan örtbas cümlelerinin başını çeker hep. Çevir sesi veren telefonun başarısız bir taklidinden öteye gitmeyen bu konuşmalardaki çekimsizlik bazen o kadar aşırıya kaçar ki, adapte olup dinleyebilmek için kendinizi  koltuğa zamk yardımıyla sabitlemeniz gerekir.

İşte bunun gibi zamk takviyeli programlardan biriydi; yaklaşık bir yıl önce soğuk algınlığım nedeniyle bir elimde kumanda, diğerinde mendil, battaniyeye sarılmış bir şekilde zaping yaparken denk geldiğim kanallardan birindeki program. Konuşmacılardan birinin "değişen dünya düzeni gösteriyor ki" demesi, kendimle birlikte uçuşan düşüncelerimi de yaydığım battaniyenin yüzeyinde hafif bir dalgalanmaya sebep olmuştu. Yüzeyden içeri sızan düşüncelerim duygularımda somutlaşmış, dizlerimden aşağıya doğru inerek küçük bir reflekse dönüşmüştü. Daha açık bir ifadeyle "değişen dünya düzeni", altına uzandığım battaniyeyi kısmi olarak havalandırmama sebebiyet verecek bir farkındalık düşürmüştü içime. İleride bu sözü duyduğunda irkilen ve sahiplerinden hazzetmeyen bir kişi yaratmakta olduğumun henüz farkında olmadan bir elimde mendil, diğerinde kumanda, doğrulduğum koltuğumda oturmuş düşüncelere dalmıştım:

"Değişen dünya düzeni... İyi de, kim değiştiriyor sürekli bu dünyanın düzenini?"



Kafamızdaki imgelerin simgelere dönüşüp ses olarak boşluğa salınması o kadar hızlı olur ki, bu, biz henüz anlatmamış olduklarımız üzerine düşünürken, birçok varyasyona sahip anlatım dizileri arasında anlatıyor olduklarımızı oluşturan kelimeleri tercih etme nedenini düşünderecek boşluğu sağlamaz bize. Yani, kelimeleri seçerken onları seçme amacımıza ilişkin bilinç geliştirmede anlık geri dönüşler yapamayız. Söz ile fikir ve bu ikisinden hareketle ortaya çıkan olası alt fikirler arasındaki ilişkinin çoğu zaman farkında bile olmayız. Biri bize neden o değil de bu kelimeyi seçtiğimizi sorduğunda, yaptığımız seçimi net  olarak açıklayamamamızın nedeni de budur. "Öyledir işte. Çünkü... Hmm... Öyledir de ondan, ca'nım!" 

Konuşmanın hızlı doğasında bu hızlı süreç yaşanırken dinleyici, henüz almış olduğu bilgiyi iyi değerlendiremeden bir yenisini alır. Bu durum onu üslup hakkında fikir sahibi yapar, ancak eşzamanlı bir farkındalık yaratacak yargıya götürmez. Hal böyle iken olaylar ve durumlar için farkındalık geliştirmek kişinin sonraki süreçleri değerlendirme şekline kalır. Çünkü sözün anlık, manipülatif etkileri artık konuşmacının buyurduğu kelimelerde şekillenmiş, dinleyiciyi bir empozeler diyarına taşımıştır bile! 


Ames Odası'na sıkışmış dünyalar
Yargıya dönüşmeyen fikirler yok olma eğilimindedir. Hedefsiz, gelişigüzel yüzeyde salınır dururlar. Başka fikirlerle karşılaştıklarında, izleri daha derinde olanın galip geleceği bir savaş başlar. Bu savaş tarafların aynı olduğu bir çelişme halini anlatır.

Derinlik kazanamamış, serseri mayın gibi yüzeyde amaçsızca dolanan onlarca fikirle kafası karışık insan, iç dünyasında yaşadığı çelişkileri nedeniyle dış dünyada tutarsız davranışlar gösterir. Çevrede sürekli bir bilgi sirkülasyonu yaşanmaktadır. O kadar çok bilgi vardır ki, büyük bir iştahla hepsini almak ister. Aldığını hazmedemeden bir yenisi alır, sonra bir yenisi ve bir yenisi daha... Bocalar ve çelişkilere düşer. Bilgi ona dünyasını büyütmeyi vaat etmiştir. Ancak büyütmek istediği dünya, maruz kaldığı bilgi kaosu içinde tutunamadığı için küçülerek hileli bir Ames odasına dönüşmüştür. Oda o kadar değişkendir ki, bilgiye odaklanmak için ya çok erken ya da çok geçtir. Odanın bu medcezir halleri, kendini ifşa etmemesi için sahip olduğu en büyük güçtür. İzleyici odayı dönen tüm garipliklere rağmen içselleştirir ve böylece oda hilelerine rağmen normalleşir.

Ames Odası benzetmemdeki içselleşme, kişinin olaylara/durumlara karşı kaldığı kayıtsızlaşmadır aslında. Kayıtsızlık, bilgi dolaşımının sınırları zorladığı günümüz medya dünyasının yarattığı belki de en dramatik ruh halidir. Bilgi sirkülasyonundan beslenir ve yüzeysel düşünen, sorgulamayan, kontrastlar içinde kaybolmuş insanlar yaratır.


Zaman kalkanı: Tam güç!
Düşüncelerin derinlik kazanabilmeleri için zamana ihtiyacı vardır. Ancak her yanı bilgiyle kuşatılmış olan günümüz toplumunun insanı, bilgiyi sindirecek yeterli koşulları yaratmada hayli zorlanmaktadır. John Berger'in deyimiyle, "Tarihte başka hiçbir toplum böylesine kalabalık bir imgeler yığını, böylesine yoğun bir mesaj yağmuru görmemiştir." [1]. İşte bu nedenle fikirlerin zamana tutunması şarttır. Bu yolla yukarıda değindiğim sözün fikirle yaptığı cambazlıkları, fikri yayanın maksadı ve bunu yaparken kullandığı araçların ardında buyurdukları çözümlenebilir bir hal alacaktır; çünkü dikkatli bir gözlem başarılı bir düşünsel arka planla perçinlenmiş olacaktır. 

Farkındalık kazanmak için gözlem ve özgür düşüncenin birlikte değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Salt biri diğeri olmadan eksik olacaktır. Özgür düşüncenin gelişmesi sağlıklı bir gözleme, gözlemin sağlıklı olması ise çıkış noktası olan fikrin temeline ve kat ettiği yola bağlıdır. Bu nedenle fikrin nasıl oluştuğu ve sonrasında hangi araç-gereçlerle kendini beslediği konusu önemlidir. Bir gözlem malzemesi olarak hareket ve sözler, günümüz dünyasının yarattığı belirsizlik ve kaos ortamında fikre yol gösterecek kılavuzlardır. Bu nedenle onları iyi anlamak gerekir.

Hareketler duyguların, sözler bilincin kontrolündedir. Olaylara ve durumlara verilen ilk tepkinin sözlerden ziyade hareketlerde hayat bulması tesadüfi olmamalı. Anlık gelişen olaylarda bilinçten önce duygular devreye girer. Hareketlerin kaynağını oluşturan duygular, kafalarımızın üzerinde beliren konuşma baloncuklardan okunuyormuşçasına aktarılır gözlemciye. Hareketlerin ardından gelecek sözlerse, duyguların bilinç tarafından kontrol altına alınmaya başladığını ve kişinin iç disiplinini sağlamakta olduğunu söyler. Bu tip bir aşamaya gelindiğinde, zaten hareketler duyguları yansıtmak yerine sözlerle aynı dili konuşmaya başlarlar. Yani artık manipüle olurlar!

Hareketlerin çoğunlukla bir ön-hazırlığı olmaz. Doğaçlama varlıkları onları bu özellikleriyle sözlere göre daha özgür kılar. Bu, onların daha "dürüst" olduğunu gerekçelendiren sığ bir yaklaşımdan ziyade, kendilerini ifade etmek için simgelere ihtiyaç duymamalarıyla ilgili bir durumdur. Onlar sadece gerçekleşirler. Sözler gibi ifade bulmak için dil gibi araçlara ihtiyaç duymazlar. Bu nedenle plansızdırlar.

Planlı hareketler bilincin duyguları kontrol ettiği durumlarda gerçekleşir. Bir tiyatro oyunu buna örnektir. Seyirci oyunu izlerken, verilen duygunun nasıl bir ön hazırlıkla kendisine sunulduğunun sürekli bilincindedir; çünkü oyun boyunca duyguların taklidi bağıra çağıra, apaçık sunulur seyirciye. Kimileri tiyatronun bu abartılı çehresi nedeniyle tiyatroyu gerçekçi bulmadığını söyler ve tiyatroyu eleştirir. Halbuki tiyatro bana göre, o abartılı ve vurgulu sahneleriyle başka bir gerçeğe işaret etmektedir; tüm cesaretiyle hissettirmekten çekinmediği, onun gerçek olmadığı gerçeğine. Seyirci her an kurgunun farkındadır; aldatılmış hissetmez kendini. Oyunu, onun bir oyun olduğu gerçeğinin her an bilincinde olarak, bunu daima hissederek, ama keyif alarak izler. Bu nedenle tiyatro gerçekçi değildir; gerçeğin kendisidir.

Plansız sözler duyguların bilinci ele geçirdiği durumlarda gerçekleşir. Kişi, hareketlerinin kifayetsiz kalacağını hissettiği anda paldır küldür çıkarır ağzından baklavari sözlerini. Bayırdan aşağı kontrolsüzce inen bisikletli bir çocuğun deli cesareti vardır, zarar göreceğini/vereceğini düşünmeden ileri sürdüğü sözlerinde. Bu mesela bir öfke söyleminde hayat bulur. Söylemin dili ağırlaştıkça, vurguları güçlendikçe, kişinin bilinci suçluluk duyma fikrinden uzaklaşmaya başlar; çünkü öfke duygusu durulduğunda var olan tek suçlu -duygu- geride kalmış olacaktır. Oysa plansız bir söz olarak öfke söylemi, kişinin bilinçaltında besleyip büyüttüğü duygularına dikili olan kaçak fikirlerinin patlama halidir. Dolayısıyla, onu okumak için söylem sahibinin deli dumrul sözlerinin ardındakilere bakılmalıdır. Kolay gele...
 
İzlenim-algı sorunsalı

Bir gözlem araç-gereci olarak hareket ve sözlerin manipülatif etkilerini dile getirirken, daha önemli bir konuyu es geçmemek lazım. Bu, gözlemin çıkış noktası olan fikrin nasıl oluştuğu konusudur. Bir gözlemin objektif olabilmesi çıkışının nesnel verilere dayanması ile mümkündür. O yüzden gözlem ve izlenim arasındaki ilişki önemlidir.

İletişim biliminde algı gerçeğin kendisi olarak tanımlanır. Yani, algı ne ise gerçek odur. İzlenim bir olaya veya duruma karşı algılar yoluyla edinilen fikirlerin toplamıdır. Tek yönlü gelişir ve birikerek kişinin gerçeğini oluşturur. Gözlem ise fikirler toplamının niteliğini inceleme sürecidir, mevcut fikre kanıt bulmak maksadıyla başvurulan bir süreçler bütünüdür. Eğer fikirler bir izlenimden ibaretse, gözlemin ona yapacağı büyük olasılıkla onu çürütmek olacaktır. Çünkü, algı özgür düşüncenin aksine özneldir ve öznel temeller üzerine inşa edilen fikirler, gelişme sürecinde özgür düşünce ile karşılaştığında onunla çarpışacaktır. Bu nedenle fikrin öznellikten arınabilmesi, onun izlenim yoluyla değil, özgür düşünce ile inşa edilmesine bağlıdır. Aksi taktirde söz ile üslubun fikri arasından varılacak gerçek yalnızca kişinin kendi gerçeği olacaktır. İşte bu nedenle gözlemin özgür düşünceyle birlikte süreçlenmesi şarttır. Ancak bu yolla kişi çevresini kuşatan bilgi karmaşasından korunabilir ve  kalıcı hale getirdiği fikirlerini ayakları ileriye doğru basan fikirlerle yürütebilir.


Buyurun, lütfen tadın!
Bilgi, her gün alıp eskitip bir kenara attığımız, yenisini alıp tadına baktığımız; yolda yürürken, bir köşeyi dönerken, sinemada, televizyon ekranında karşılaştığımız tadımlık bir sunu haline geldi. Su gibi tüketiyoruz onu, tükenebilme pahasına, ve sindiremeden atıyoruz bir kenara; çünkü daha cazip bir başkası sunuluyor önümüze. Sıcacık, taptaze, tüm kışkırtıcılığıyla, "Buyurun, lütfen tadın" diye fısıldıyor düşüncelerimize.

Tüketirken tükenmemek, akıntıda sürüklenirken ne yöne doğru yüzeceğinin farkında olmaktır. Farkındalık bir süreç işidir ve bu süreç, onu oluşturan öğelerin mevcudiyetimizle olan ilişkilerinden oluşur. Yukarıda anlatmaya çalıştığım da işte bu süreci tanıma, anlama ve paylaşma denemesiydi. Ayrıca, toplumun subjektif geleneğinin içinde, nesnel gözlemlerin desteğiyle ayakları öne basan fikirleri yürütmenin imkanlarını ve beraberinde bazı tespitlerimi dile getirdim. Şimdi, bu fikirlerin çıkış noktası olan söze, "değişen dünya düzeni"ne, ve TV'deki badem bıyıklı konuşmacıyla karşılaşma anlarıma geri dönüyorum...

"Değişen dünya düzeni gösteriyor ki, küreselleşmeyle birlikte artan rekabet koşullarında tutunabilmek için herkesin daha çok özveride bulunacağı ..."


Buna benzer bir cümle idi, TV'deki konuşmacının düşüncelere dalmamdan az evvel telaffuz ettikleri. Sonrasını pek hatırlayamıyorum. Dikkatimin cümlenin başında kalması nedeniyle dağılması sonucu o bölüm biraz belirsiz kalmış. Emin olmamakla birlikte, kıssadan hisse olarak herkese düşen sorumluklar üzerine devam ediyordu. Aslında cümlenin devamı pek de mühim değildi. Çünkü konuşmacının "değişen dünya düzeni" sözünü cümlenin başına öncü kuvvet gibi dikmesi de tesadüfi değildi. Konuşmacı, cümlenin geri kalanında söyleyeceklerini sağlamlaştırmak istiyordu. Bu amaçla geride sorgulanacak boşluk bırakmamak için bir örtbas aracına ihtiyaç duymuştu, dinleyicinin cümlenin devamında gelecek fikre itaat etmesini buyuran bir araca... İşte bu araç "değişen dünya düzeni" idi. Yakın bir zamanda bunun farkına pekala varacaktım.


Edilginliğin tehlikeli doğası
"Değişen dünya düzeni" günlük hayattaki cümlelerimizde yer alması güç bir sözdür. Amaçlı bir kullanıma işaret eder. Sahibi tarafından bilinçli olarak telaffuz edilmiş ve belli bir hedefe işaret etmesi için başa konulmuştur. Hedef hedefsizliktir. İşte bu nedenle işaret edilenin ne olduğu konusu muğlaktır.

"Değişen dünya düzeni"nin kaynağını ya da hedefini söylememesi edilgin tavrından ileri gelmektedir. Edilgin cümlelerde sebep-sonuç ilişkisi kurmak çok güçtür; çünkü özne belirtilmediği için çoğu zaman yüklemin sorumlusu bir muhatap yoktur ortada. Özneden ziyade yüklemin ön planda olması edilgin cümlenin en temel özelliğidir. Cümlenin kurgusu sorumlu-açık bir özne anlayışını reddeder. Baş rol oyuncusu gerçekleşmekte olan eylemdir.

"Değişen dünya düzeni" sözü de tıpkı edilgin cümlelerde olduğu gibi eylemi yapanı açığa çıkarmamaktadır. Dünya düzeni değişiyordur, ancak bunun nasıl gerçekleştiği, kimin/neyin başlattığı, gerçekleşme amacı gibi konular belirsizdir. Sebepler, üzerine konuşulması gereken önemli konular değildir. Sonuç ve bu sonuca göre yapılması gerekenler ön plana çıkmalıdır. Dünya düzeni o ya da bu şekilde değişiyordur, o halde batan gemiden kaçar gibi derhal kaçılmalıdır eski düzenin getirdiklerinden. Geminin batmasına küçük bir çatlağın mı, yoksa dev bir yarığın mı sebep olduğunun bir önemi yoktur. İş işten geçmiştir, öyle buyuruyordur edilgin tavırlı cümle.

Tüm bu sebepsizlik ortamında pasif kalan, sonuç odaklı düşünceler; bilmediği, görmediği, var olmayan bir sorumluyu takip edemeyip, kaynağı belirsiz olan yükleme karşı edilginleşecek ve bir süre sonra özneyi aramaktan vazgeçecektir. Fikrin sahibinin cümlesinin başında buyurduğu, böylece yerine gelmiş olacaktır.

Aslında, işaret ettiği bir kaynağı ve hedefi olmayan tüm edilgin tavırlı cümleler, aynı özellikleri gereği gözlemci için sorgulamaya açık bir hedef konumundadır. Cümlenin içindeki gizli özneyi keşfetmenin verdiği keyif, edilginlikten etkinliğe geçmenin verdiği enerjiyle birleşmelidir. Bu birliktelik, yukarıda sözünü ettiğim gözlem ve özgür düşünceyle süreçlendiğinde, ayakları ileriye doğru basan düşüncelerin ve o düşüncelerin vücut bulduğu uygulamaların doğduğu bir farkındalık sürecinin başlaması işten bile değildir.


Bir süre sonra, badem bıyıklı amcadan sıkılıp TV'yi kapamıştım. Zira sıcak battaniyenin altında uyuklamak çok daha akıl kârıydı.




[1] John Berger, Görme Biçimleri, 1978

No comments:

Post a Comment