Tuesday, 2 August 2016

Sirkeci yolunda 'otorite' imgeleri

Güneş tepemde kayıtsızca yükseliyordu. Gölgesinden yararlanabileceğim ağaçların yokluğundaki çıplak yolda, dilime pelesenk olmuş eski bir Sefarad şarkısını mırıldanarak yürüyordum. Metro girişine vardığımda ferahlayarak gölgeliğe attım kendimi. Yürüyen merdivenlerden süzülerek turnikelere vardım. Kontrol noktasında, yine gevşek tavırlarla arama yapan kadınlı erkekli bir grup güvenlik görevlisi bekliyordu. Elindeki uzun namlulu silahını işaretçi olarak kullanan bir polis, namlunun ucunu doğrulttuğu yerde küçük bir insan birikintisi oluşturmuştu. Birikintinin içine doğru damladım. Rutinin getirdiği kayıtsızlık ve ilgisizlik içinde çantamın içini gösterdim ve turnikelerden geçtim. Uzaklaşırken, sindikleri köşeden içeri sızmanın yollarını arayan 10 yaşlarında iki Suriyeli çocuk gözüme ilişti. Gerideki büyükçe olanın yaban bakışları güvenlik görevlisinin üzerindeydi. Eskimiş yara bantlarıyla kaplı eliyle önündekini ittiriyor, bu sırada yüzünde muzur, koca gülüşler peyda oluyordu. Seyredildiğini fark eden küçüğü, tebessümümden cesaret alıp öne bir hamle yapar gibi oldu. Oysa turnikenin ötesinde, elinde dedektörü, sıkılgan bakışlarıyla duran görevli, varlıklarından zaten haberdar olduğu çocuklarla ilgilenmiyordu: kendi elinde taşıdığından daha etkili olduğu aşikar olan uzun namluluyu tutan polisteydi gözü.

"Hasetlik ile hayranlık arasında bir ifade olabilir miydi bu bakışlardaki? Sabahı uzun namlulu silahlar eşliğinde geçirmek onu heyecanlandırıyor ve arada bir sesini duyduğu dedektörünün ketum ahbaplığını katlanabilir kılıyor olabilir miydi?"


"Ya salio de la mar la galana", Savina Yannatou

Trenin gelmesini beklerken, her şeye ne çabuk alıştığımızın, kabullendiğimizin hoşnutsuzluğuyla doluydu içim. Savaş, mülteciler, OHAL, faşizm, türlü yobaz icraatları, nefret söylemleri, sükunetle duyarsızlığın birbirine karıştığı insanlık halleri... Bir an için yanlış peronda bekliyor olabileceğim geldi aklıma. Trenin hangi tarafa yanaşacağını tayin etmek için etrafıma bakındım. Başımın hemen üstünde yer alan dijital panoyu görebilmem için iki adım geri gitmem gerekti. Pano boştu. Sırayla diğer panolarda gezindi gözlerim: boş; boş; boş... O anda, geziniyor gibi yürüyen, uzun boylu, 40'lı yaşlarda, sıskaca bir güvenlik görevlisi önümde beliriverdi. Telsiz tutan ve bir erkeğe göre oldukça kibar görünen elinde belirgin bir damar hattı vardı. İnce, uzun parmaklar kımıldadı ve güvenlik görevlisi yüksek perdeden bir sesle konuşmaya başladı:  “Tren bu yana gelecek, bu yana geçin!” Mühim iş yapıyor olmanın verdiği mağrur bir duruş vardı üzerinde. Dünyasında öyle kendiyleydi ki, bu kendiliğe panoların neden çalışmadığını sorarak giren davetsiz bir misafir olsam, hemen oracıkta lanetlenebilirdim. 
Bakışlarım belindeki kemerini yakaladı. Sahi, ne çok sıkmıştı öyle. Ucu tutunduğu yerden-britinden fırlamış, bedeniyle beraber hareket eden bir uzvuymuş gibi her gevşek adımında sallanıyordu şimdi. Bunca yıllık memuriyet hayatının ehemmiyeti, büzük bir kemerin sallantısında kayboluyordu; farkında değildi. Gülümsedim. 

Peronda görevlinin azalarak uzaklaşan sesini duyan kalabalık aksi yöne hareketlenmeye başlamıştı. Önceden trenin kapı hizasında istiflenerek grup halinde bekleyen insanlar, şimdi karşı peronda kendilerine yer beğenmeye çalışıyorlardı. O sırada görevliden tarafa bir telsiz sesi çalındı kulağıma. Ne çok seviyorlardı dinlemeyi, dinletmeyi. 


Tren vızıldayarak perona yaklaştı. Kapı önlerine yığılan kalabalık, açılan kapıdan akar gibi zemine yayıldı. Bu, bedavanın kalabalığıydı. Zira yaşadığımız darbe girişiminin ardından memlekette bir 'sosyal devlet' rüzgarı esmeye başlamıştı; toplu taşıma ücretsizdi. Amaç farklı da olsa, kısa süreli de olsa insanlar hareket ediyorlardı. Hesabını kitabını yapmadan, özgürce bir yerden başka bir yere geçiyor, görüyor, duyuyor, teneffüs ediyorlardı. 
Bakışlarım yavaşça boşalan istasyona yöneldi. Az evvel yanımdan geçen telsizli görevli, şimdi, burnunun ucundaki gözlüğünden oyma işine bakan emektar bir oyma ustasının pür dikkatine bürünmüştü; aşağı yukarı devinen kaşlarıyla etrafı kolaçan ediyor, herkesin trene bindiğinden, ortalıkta avare bir paketin kalmadığından emin olmak istiyor gibiydi. Birkaç eğilip bükülme hareketinden sonra telsizini iki elinin arasına aldı ve gevşeyerek duvara yaslandı. Telsiz sesi kalkış sesine karıştı. Gidiyorduk...


"Kültürel kodunda güç ve otorite olan bir cihazla [telsiz] oynamak özgüvenini tazeliyor olabilir miydi? Öyle idiyse, daha güçlü bir otorite simgesi olarak polislerin metrolardaki varlığı, varlığını tehdit ediyor olmalıydı. Belki, turnikelerin ötesinde gördüğüm görevliye, daha iki gün önce polislerin metro güvenliğine dahil olması üzerine dert yanmıştı. Sırf onunkinden daha 'havalı' silahları var diye, ondan daha çok maaş alıyorlar diye, avucunun içi gibi bildiği metro alanındaki güvenliği yetersiz görmelerini küstahça bulduğundan; sürekli işine karışıp ahkam kesmelerinden, hele hele tüm bunları yaparken kendilerini 'bir şey' sanmalarından yakınmıştı. Belki sonrasında öteki görevli, biraz da polislere imrendiğinden olsa gerek, durumun o kadar da kötü olmadığını örnekleriyle anlatmaya çalışmıştı, ancak turnikelerden geçtiğim sırada, uzun namlulu silahı olan polise haset bakışlar atmadan da edememişti."



Tren hafif sarsılarak yavaşladı. Sarsıntının etkisiyle yalpaladım. Hangi durağa geliyorduk? Etrafa bakındım. Yaklaşan durağa dair hiçbir fikrim yoktu. Marmaray trenlerinin kötü tarafıdır, kapıların üstünde gösteren olarak ışıklı düğmeler yer almaz. Onun yerine denizin altından giden bir hat üzerinde istasyonların işaretlendiği bir İstanbul Boğazı görseli bulunur. Bakışlarımı umutsuzca görsele çevirdim ve trenin durmasını beklemeye koyuldum. Görselde bir gariplik vardı. Boğaziçi Köprüsü yanlış yerde duruyor olabilir miydi? Topkapı Sarayı orada.. Kız kulesi burada... Hmm... O zaman köprü niye böyle? Hangi noktadan bakarsam bakayım kapı üstündeki kadrajı yakalayamıyordum.  Bunu bilerek böyle yapmış olabilirler miydi? Hepsini tek bir kareye sığdıramadıkları için? Enteresandı.

Kapı açıldı, indim. Görselin neden kusurlu olduğuyla ilgili kendimi ikna edememiştim. Küçük keşfimin heyecanı da zaten kısa sürmüştü. Sahi, saat kaçtı? Şarjı tükenmekte olan telefonuma baktım. Geç kalmamıştım neyse ki. Bir ara şarjı daha dayanıklı bir telefon almam lazımdı. - Ne ara? - Bir ara. Mobili kapayarak şarj ekonomime katkı sağladıktan sonra yürümeye başladım.
Çıkışa doğru yaklaşırken telsizli görevliyi ve belinden aşağı sallanan asi kemeri geldi aklıma. Onu son gördüğüm yerde, etrafı kolaçan ettiği sırada, kemeri ortalıkta görünmüyordu. Demek ifşa olmuştu. Bir el çabukluğuyla kurtulduğu yere, britine geri konmuştu. Gülümseyerek yürümeye devam ettim.

Wednesday, 1 June 2016

Zanaatkar ölmedi, içimizde yaşıyor


Ahşap oyma işiyle uğraşan bir marangoz... Yakın gözlüğü burnunda, avcundaki minik çivileri sıkı sıkıya kavradığı ayakkabının topuğuna itinayla çakmakta olan bir kunduracı... Kor bir demir parçasını bükerek işleyen, ona şekil veren bir demir ustası... Zanaatkar kimdir?

Zanaatkar kimdir?
Geçen haftalardan biriydi, bilmem hangiydi, ılık bir bahar gününde serbest yürüyüş halinde sokaklar arasında dolaşıyor, sohbet ediyorduk. Kiliselerin halk üzerindeki baskısı, İsa figürünün etkisi, orta çağda ‘sanat eseri’ derken konu konuyu açıyor, biz sokaklarda kayboluyorduk. Bilgimiz, tahayyüllerimiz çerçevesindeki sohbetimiz, sanki unutkan  kafamın bir özrüymüş gibi var olan küçük, sadık dostum google’un arada bir sunduğu desteklerle ilerliyordu. Derken, yıllardır kafamı kurcalayan, üzerine okumalar, sunumlar yaptığım zanaatkarlık konusuna girme isteğini duydum içimde. Öyle ki, sohbet akışını bozan bir girişle heyecan içinde sordum: “Peki, sence zanaatkar kimdir?” Beklenmeyen soru biraz düşündürmüştü. Sesimdeki muzurca özgüveni sezmiş olmalıydı. Kendisine yöneltilen soruya yanlış cevap vermekten çekinen bir ilkokul öğrencisi gibi önce düşündü, süre kazandı. Ardından temkinli ve fakat kararlı sesini giyindi, cevap verdi: “Bir ressam değildir... Her şeyi yapar. Tuvali, çerçeveyi... Hepsini.” Beklediğim cevabı almanın memnuniyeti içinde gülümsüyordum. Yol vermek maksadıyla, “Üretimin tüm aşamasında olan, diyelim bir koltuğu tek başına yapan  kişi gibidir, mi diyorsun?” dedim. Başıyla onayladı ve “İşin tamamına hakim olandır, aynen.” dedi. Sustum. Daha evvel bu soruyu başkalarına sorduğumda verdikleri cevapları hatırlamaya çalışıyordum. Bir keresinde, “Kendi işini keyifle yapan ustalardır” şeklinde bir dönüş almıştım. Bir başkası, “Tek bir işi yaptığı için işinin ehli olan, bizim gibi on parçaya bölünmeyen kişidir” demişti. Ardından güzel bir off çekmişti hatta.




Kendi işini yapan, işin tamamına hakim olan bir boyacı, kunduracı ya da marangoza işaret ediyordu tanımlar. Sanayi devrimi sonrası yükselen fabrikaların gölgesinde kalan, seri üretimle baş edemeyip dükkanları teker teker kapanan, nesli tükenmekte olan günümüz ustalarından bahsediyorlardı.

Hiç şüphe yok ki, zanaat ustaları modern zamanlar öncesinde en şahşahalı dönemlerini yaşamıştı. Sanat ile zanaatın yollarını tamamen ayırmasından önceki zamanlardı bunlar. Antik Yunan’dan Rönesans’a kadar olan dönemde kavramsal olarak başlayan bu ayrılık hikayesi, 18. yy sanayileşmesinin ve 19. yy teknolojik gelişmelerinin ardından pratiğe dönüşecekti. Sanat özgürlüğünü ilan edip yaratıcılık ve dehanın temsilinde yücelirken, zanaat ucuz emek ve kol gücüne indirgenecekti. [1] Peki, zanaat basitçe el emeğinden çok daha fazlasını temsil ediyor olamaz mıydı? Sennett’a göre pekala fazlasıydı.


Zanaatkar
Richard Sennett, kitabı Zanaatkar’da, "temel insan dürtüsüne, kendi iyiliği için bir görevi güzel yapma arzusuna işaret eder" dediği zanaatkarlığı, "bağlanılmış özgül bir insanlık durumu" olarak ifade ediyordu. "... el ile kafa, teknik ile bilim ve sanat ile zanaat birbirinden ayrıldığında”yani “kavrayış ile ifade ediş ayrıldığında" kafanın nasıl sıkıntıya düştüğüne değiniyordu. Sennett’a göre zanaatkar; el ile kafa arasında ilişki kuran, kendi iyiliği için görevini güzel yapma arzusunda olan, sadece nesnel standartlara, yani ürünün kendisine odaklanan kişiydi. Ortaya koyduğu irade tamamen nitelikli iş yapmaya, iyi iş çıkarmaya yönelikti. Bu bakımdan zanaatkar, bir mobilya ya da demir atölyesinde çalışan ustadan çok daha fazlasını ifade ediyordu.





El hüneri olan bir ustadan çok daha fazlasını ifade eden zanaatkar; zaman, mekan, ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet sınırlarının çok ötesinde; penceresinin önünden gözetlediğimiz bir marangoz, laboratuarda kaşlarını çatmış şekilde çalışan genç bir kadın teknisyen ya da şehrin konser salonlarından birinde prova yapan bir konuk icracı olabilirdi. Bu üç örnek için Sennett şöyle diyordu: "Marangoz daha hızlı çalışsa, daha fazla mobilya satabilir; teknisyen önüne çıkan problemi şefine havale ettiği zaman onu alt edebilir; konuk icracı saate bakmayı akıl ederse tekrar anlaşma yapmak için şansı olabilir”.

Marangoz, teknisyen veya konuk icracı için yaptıkları iş, kazanç sağlamak üzere yapılan bir uğraşın çok ötesindeydi. Onlar, iyi bir iş çıkarmak üzere kendilerini adamış durumdaydı. Esas olan yapmakta oldukları işin iyiliğiydi, o işte ne kadar sorumluluk sahibi oldukları ya da kazanacakları değildi.


Zanaatkar ölmedi, içimizde yaşıyor
Sennett, "bağlanılmış özgül bir insanlık durumu" olarak ifade ettiği zanaatkarlığı, maddi üretim kültüründen ayırmış, onu bir işçi, doktor ya da ebeveynin bedeninde yeniden var etmişti. Bu, yitip gitmekte olduğuna inanılan bir kavramın bi’nevi insanlığa yeniden armağanı idi. Öyleyse kendi doğasını oluşturma ve şekillendirme yeteneğine sahip insan, mevcuttan apayrı bir üretim kültüründe, doğasının ona sunduğu yaratıcılık ve dehasını ortaya koyarak kendini gerçekleştirebilir; zamandan, mekandan bağımsız olarak var olabilir, bu yeni üretim kültürü içinde maddi kaygılardan bağımsız olarak kendi işini örgütleyebilirdi. Onun için iş; para kazanmak, hayatta kalmak için ihtiyaç duyulan, yapmakla yükümlü olunan bir uğraşın çok ötesine geçebilirdi. Böylece insan, zanaat ve sanatın birbirine denkleştiği bir dünyada ‘ölümüne karşı direnebildiği’[2] bir varoluşu gerçekleştirebilirdi. 


O gün yorulana kadar Burgazada'nın sokaklarında dolaşıp durmuştuk. Sonra kıyıda bir banka oturup İstanbul'u seyretmiştik. Zanaatkar üzerine burada bahsettiklerimin ne kadarını konuşmuştuk, emin olamıyorum. Ancak kapanışı, çocukça bir heyecanla şu şekilde yaptığımı çok iyi hatırlıyorum: “Düşünsene! Bu, mülkiyetsiz bir yaşama geçiş anlamına geliyor!..”




***

[1]: Gilles Deleuze, 1987’de Paris'teki FEMİS Sinema okulu öğrencilerine hitaben yaptığı konuşmasında, sanatı, ölüme karşı bir direnç olarak tanımlıyor. İnsanların kavgasıyla; ölüme, tahakküme, baskılara karşı umutla direnebileceğini ifade ediyor.

[2]: Ali Artun, 2008’de YTÜ Sanat, Tasarım, Bilim Sempozyumu konuşmasında tasarımın kavramsallaşma ve kurumsallaşma etaplarını anlatırken, sanat ve zanaat kavramlarının doğuşuna, ayrılık sürecine değiniyor.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------



  1. Richard Sennett, “Zanaatkar”, 2009
  2. Ali Artun, “Tasarım Dehşeti”, YTÜ Sanat, Tasarım, Bilim Sempozyumu konuşması, 2008, http://www.aliartun.com/yazilar/tasarim-dehseti
  3. Gilles Deleuze, “Yaratma eylemi nedir?”, Paris FEMİS Sinema Okulu konuşması, 1987, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=6,23,0,0,1,0



Tuesday, 15 March 2016

Uzaklaşmak, biraz Baudrillard okumak lazım

Dün akşam metroyla hastaneye giderken -başımda hafif ateşle- durağımın gelmesini bekliyordum. Yer olmadığı için ayakta kapı kenarında dikilmiş, yanan ışıkları takip ediyordum. Bir süre sonra gözüm, yandaki Clark Kent modeli saçlarıyla müzik dinleyen gence ilişti. Kulaklığından çevreye yayılan müzikler bende onu algılama farkındalığı yaratmıştı. Kafasıyla bir yandan ritm tutuyor, bir yandan da eli telefonda bir şeyler yapıyordu. İstemsizce gözüm telefonuna kaydı; whatsapp'ta seçtiği bazı mesajları siliyordu. Derken yanda biri kalktı, kalabalıkta yeşil bir alan beliriverdi. Yeşil alana yöneldim ve birazdan oturuyordum. Şimdi, yanımda, yüzünde gözlerinden aşağıya, yanaklarına doğru uzanan çizgileri olan 70'lerinde bir amca vardı. Çizgiler öyle uyumla iniyordu ki gözlerinden aşağı, böyle estetik, güzel, yaşlı bir yüze sadece imrenilebilirdi doğrusu. 
Amca, elindeki tükenmez kalemiyle, dizine dayadığı küçük not defterini karalıyordu. İstemsiz bakışlarım not defterinde gezindi bu defa. "Takım listesi" yazıyordu başında. Altta da bir liste vardı; çekiç, iki adet metre şeklinde devam ediyordu liste. Belli ki, mesleği gereği, elindeki aletlerin listesini çıkarıyordu. Kaybetmemek üzere bir kağıda yazıyordu onları. Amaç unutmamaktı. Kağıt kaybolmadığı sürece sahip oldukları elinde olacaktı. 

Az evvel ayakta duran genç şimdi karşımda oturuyor, telefonunda sildiği mesajların son kontrollerini yapıyordu. İçimden, ne çılgın bir zamanda, ne kaygan bir zeminde yaşıyoruz diye geçirdim. Simulakrların birbirini kovalaya durduğu bu yeni dijital dünyada fütursuzca davranmak bedavaydı. İstediğimiz zaman geri alınabilecek-yok edilebilecek sözlerimiz, eylemlerimiz vardı. Clark Kent gencimiz birkaç ‘tık’ ile, bir sebeple görmek istemediği mesajları yok edebiliyordu. Oysa yaşlı amcanın kuşağı için bu yok etme eylemi gerçekten bir Clark Kent işiydi.


- Bak şimdi güzel amcam, yazıyorsun ama daha karşıdaki okumadan silebiliyorsun ve o görmüyor. Hatta yazıyorsun, sonra okumuş mu, anlayabiliyorsun bile. 
- Yok artık!

Güzel amca, elindeki mavi tükenmez kalemiyle basit bir edimi gerçekleştiriyordu: Yazıyordu. Bu yaratıcı edim, alet listesini zamanın arsız yok ediciliğine karşı korumak içindi. Oysa teknoloji kahramanı Clark Kent gencimiz için yaratma edimi çok daha karmaşıktı. Bir hokkabaz gibi, var olanı yok ediyor, yok olanı var edebiliyordu. Üstelik bunu yaparken, var'ı ve yok'u, gerçekliği, gerçeklik algısını, nesneyi ve görüntüyü, nesnelliği sorgulatacak derin düşünceler salıyordu dünyaya. Eh, devir hokkabazlık devriydi. ‘What is Matrix?’ti. Değişim o kadar hızlıydı ki, içindeyken çok yakın olduğunuz için onu göremiyor, ancak hissedebiliyordunuz. Görebilmek için imgeler yığınından uzaklaşmanız gerekiyordu.

Bir süre uzaklaşmak lazım dedim içimden. Sessiz bir doğanın dinginliğine saklanmak lazım. Yaylı bir divana uzanıp mesela, kuş sesleriyle uyumak harika olurdu.

***
Cypher: "You know, I know this steak doesn't exist. I know that when I put it in my mouth, the Matrix is telling my brain that it is juicy and delicious. After nine years, you know what I realize? Ignorance is bliss.", The Matrix (1999)

Tuesday, 28 April 2015

Olmayan kitap: Mey'in Mars Maceraları, Bölüm 3: Arayış

... ve umutsuzluk içinde uzay günlüğünü karıştırdı, Mey. Kaldığı sayfadan yazmaya devam etti:

Uzay yolculuğu, 13. gün


"13 gün geçti. 13 koca gün! 4 gündür aynı takım yıldızlarının çevresinde dolanıp duruyorum. Neredesin? Kızıl kuyruklu yıldızı Aris'i geçince hemen sağda olmalıydın oysa! GPS (Galaktik Pusula Sistemi) yeniden hesaplayacak yol da bulamıyor." 


Yüzünü ekşiterek dudaklarını buruşturdu, "Neredesin o halde, off nerede?"


Kafasını sağından yükselmekte olan kızıl parıltıya çevirdi ve inatçı bakışlarla aracını o yöne sürmeye başladı.


Koca kızıl kuyruk yıldızı Aris, vakur bir duruşla süzülüyordu eliptik yörüngesinde. Yanına yaklaşan pırpır aracı fark edince, gösterişli kızıl kuyruğunu sağa sola savurarak homurdandı.


"Arayıştasın, küçük yolcu. Peki, aradığını buldun mu, bu canlı yoksulu uzay koordinatlarında?"


Mey heyecandan kekeleyerek "Ha-hayır" dedi.

Sonra yutkunarak heyecanını kontrol altına aldı ve ekledi, "Samanyolu isimli galaksiden, senin gibi kızıl mı kızıl olan topraklardan, Mars gezegeninden geliyorum, Yü-yüce Aris." Heyecanlı bakışları ve irileşen gözleriyle tıpkı bir chibi karakterini andırıyordu.

"Aradığım mutluluktur."
dedi gururunu giyinerek. "Son kutsalımız olan teknoloji, mutluluğu Spin yaklaşımıyla kartezyenledi ve mutluluğun kendisinin erdem olduğu sonucuna ulaştı. Kutsalımıza göre erdem bu koordinatlarda yer alıyor. Ben de onu bulmaya geldim." İki elini yana açtı ve buğu düşen bakışlarını aşağı indirdi, "Oysa henüz bulabilmiş değilim onu."


Kızıl dev bilgece gülümsedi, "Erdemi bulmak için koordinatlara değil, akla ihtiyacın var, küçük." Sıcak kızıl gülümsemesi yüzüne yayıldı. "Erdem seçimlerle ilgili bir karakter durumudur, aşırılık ve eksiklik olan iki kötülük arasındaki bir ortadır. Çünkü kötülükler, tutkularda ve eylemlerde, doğru olana ya kısa, ya uzak düşerler. Oysa erdem arada olanı hem bulur hem de seçer."


Ateş koru gibi parlayan yüzünü Mey'e yaklaştırarak eğildi, "Erdem sendedir, küçük yolcu, seçimlerinde."


Mey, dev kuyruklu yıldızın yörüngesine sabitlediği aracının içinde ayakta duruyordu şimdi. Aris'in sözlerinin ardından buğulu bakışlarında ışıltılar patladı. İki elini yukarı kaldırarak haykırdı, "Ah, şimdi anlıyorum!". Chibi yüzündeki gözleri hilale dönüştü, "Bu hoş bir tesadüftü, Yüce Aris, çok hoş!"


Başını hafif öne eğerek sağ eliyle zarif bir reverans verdi. Kapsülünün kapağını kapadı ve evvelsi gün fark ettiği sızıntının geldiği tarafa yüzünü döndü. Tipitip sakızından bir parça koparıp çatlağı işaret parmağıyla iyice sıvadı. Derin bir nefes aldı ve sakızın havada bıraktığı tüm kokuyu içine çektiğinden emin olduktan sonra kapsülüne doğru konuştu:


"Haydi Nan, dönüyoruz geri."


Pırpır araç sarsılarak ivmelendi. Kızıl kuyruklu yıldızın yüzündeki koca tebessüm uzaklaşarak geride kaldı. Az sonra araç gözden kaybolacaktı.



***

- Erdem nedir? - Erdem velinimetimizdir. 
- Peki ya Mutluluk? - Mutluluk iki karın ağrısı arasındaki zaman dilimidir. Ne kadar soğuk taşa oturursanız, o kadar mutsuz olursunuz.

*Spin: Spinoza, *Aris: Aristoteles, *Nan: Ekmek (Farsça)  & *Mey: Şarap (Farsça) 

Saturday, 19 July 2014

İnsan İnsan


Geçen yıl kurban bayramını geride bıraktıktan sonra, yaşadığım son zamanların da etkisiyle vejetaryen olma fikri üzerine bir takım iç monologlar içinde kıvranıp durduğum bir dönem geçirdim. 1 ay kadar et yiyemediğimi hatırlıyorum. Mesele tabii ki benim bireysel olarak göstereceğim bir düzen tepkisi ve buna bağlı olarak yaşayacağım iç huzurdan çok daha ötesini içeriyordu. İnsanın ilk zamanlarından başlayarak gelişim süreci boyunca sorduğu "kimim ben?" sorusuna verdiği cevaba göre değişen bakış açılarıydı bunlar, ve neye/kime dönüşeceğimizi belirleyecek olanlar kuşkusuz.

Maria ve Rotwang, Metropolis (1927), Fritz Lang

İnsanın bir makine olduğunu öne süren savlar, modernizm sürecinde öyle somutlaşma imkanı bulmuştu ki, bu süreç, makine gibi çalışan insanların üretim yaptığı bir dünya düzenini inşa etmişti. 18. yy akabinde batıdan yükselen yoğun sanayi dumanı buram buram kokusuyla tüm dünyayı sarıyordu. Yükselmekte olan, Avrupa rasyonalizminin bir yansıması olan yeni insandı ve bu yeni insan, proleterlerden oluşan, basit düşünüp rutin iş yapan biyolojik makinelerden ibaretti. Yaratıcı doğasına yabancılaşan, düşlem gücünden uzak, kendine söyleneni ne eksik ne fazla, söylendiği kadarıyla yapmakla yükümlü bu insan doğadaki ilk insanlarla aynı olabilir miydi? Doğada türlü doğal afetle, yırtıcı hayvanla, soğukla, hastalıkla, rekabetle baş eden insan, ileride adına medeniyet diyeceği bu dünyayı inşa ederken, günümüzün insanını yaratacağını öngöremiyordu kuşkusuz. Öngörse bu 'medeniyeti' böyle inşa eder miydi, bilinmezlik konusu.

Ötekinin bakışı

İnsan değerinin bulunduğu sınıfa göre değiştiği, yozlaştırıcı, ilkelleştirici, alıkoyucu, yok eden bir egemenler sisteminin içinde yaşadığımız bir gerçek. Kendi türünü bu denli yozlaştıran, katleden bir tür olarak insanoğlu, zaten ilkel olan ve bu nedenle yaşama amacının insanlığa hizmet etmek olacağını düşlediği hayvanlar için çok daha fazlasını neden yapmasındı? Tam bu noktada, Skop'ta okuduğum bir Zizek yazısından bahsedeceğim. 2010'da Birkbeck Institute’ta yaptığı bir konuşmada, Derrida'nın This Animal that therefore I am isimli kitabından yola çıkarak şöyle diyordu:

"... Derrida’nın satırlarını okurken, yıllar önce gördüğüm bir kedinin fotoğrafı aklıma geldi. Bu fotoğraf, kedi çok korkunç bir deneyden geçirildikten hemen sonra çekilmişti. Deneyde bir canlının ne kadar darbeye dayanabileceği test ediliyordu. Bunun insanlara ne gibi bir fayda sağlayacağını anlamamıştım. Bu kedi, bir santrifüj makinesine konmuş ve deli gibi döndürülmüştü. Fotoğrafta, kemikleri kırılmış bir kedi görüyordunuz, benim için en şok edici yanı ise tüylerinin çoğunun dökülmüş olmasıydı. Ama buna rağmen yaşıyor ve objektife bakıyordu. 

İşte bu noktada o Hegelci soruyu sormak istiyorum: Kedi, bizde ne görmüştü? Ne tür bir canavara bakıyordu? Kedinin bizim için ne ifade ettiği değildi mesele, biz kedi için neydik?"

Pasajı okuduğum zaman, acı içinde bakan minik bir kedi belirmişti gözümün önünde. Saf ve acılı bakışları objektifte patlıyordu. Bu, düşündüğünüzde gerçekten dehşete düşürebilecek cinsten bir kareydi. Savunmasız bir canlı ve onun bu durumundan yararlanarak ona çeşitli testler yapan, onu bir tüketim materyali olarak kullanan bir başka canlı-insan... Biraz daha düşündükçe; tavuk üretim çiftlikleri, sokak hayvanlarının telef edildiği merkezler, biyoloji ve tıp laboratuarlarındaki denek fare ve kurbağalar, nükleer denemelerin yapıldığı okyanus sakinleri, sadece evin içindeler diye öldürdüğümüz haşereler, 2. dünya savaşında kamplarda kobay olarak kullanılan insanlar gelip geçti gözümün önünden. Farkında olup da görmezden geldiğimiz ne çok şey vardı! Düşündükçe çaresiz hissetmeye başlıyordum; ben de bunlardan en az birini zaten yapmıştım veya yapıyordum. Yaşam, canlılık bedavaydı. Evimin egemeni olan ben, tiksinti veya korkudan atmayı beceremediğim bir böceğe kolaylıkla ölümcül bir zarar verebiliyordum. Devlet benim gibi birçok insanı sokaklarda bedavaya öldürebiliyordu. Bir ordu, kurduğu kamplarda bugünün tıp dünyasının sahip olduğu bilginin temellerini, esir olarak tuttuğu insanlar üzerinde türlü işkencelerle test yaparak inşa edebiliyordu. Bir belediye görevlisi, elindeki şırıngayla otomatiğe bağlamışçasına sokak hayvanlarını telef ederek ailesini geçindirebiliyordu.



Ötekinin bakışı, Skop



O andan itibaren gözlerimden yaş akmasına engel olamamaya başladım. Ötekinin bakışıyla acımasız bir gaddar, kendime döndüğümde ise acı çeken bir mağdurdum. Tam bir çaresizlik çıkmazı. Varlığımla yüzleşmem, gözümün önündeki perdeleri aralamış, o bariz gerçeği çıkarmıştı. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşeliydi. Devam etmek için her zaman "iyi" bir gerekçemiz olacaktı.

İşte bu kadar kolay dedim kendime, bu kadar kolay acımak. Tıpkı üzüntü ve mutluluklarımız gibi, acıma duygumuz da belirli bir zaman aralığında gerçekleşen biyolojik geçici bir inşadan ibaret. Geçtikten sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamımıza geri dönüyoruz. Ya da beğenmesek de bu işleyişi değiştiremeyeceğimiz sonucuyla başka bir anı kovalamayı başlıyor düşüncelerimiz. Az sonra, gözlerimdeki yaşların azalması ve yüzümden aşağı doğru inen yolların kuruyacak olması işte buna işaret ediyordu. Peki, ne yapabilirdim? Vejetaryen ya da vegan olarak geçirdiğim tüm hayatım boyunca yenilebilir hayvanların sadece küçük bir oranını kurtarabilirdim. Testlerde denek olarak kullanılan hayvanlar veya ötekiler için ne yapacaktım? Tıp ne olacaktı? Bilim ne olacaktı? Medeniyet? Medeniyet var mıydı? Bu düşüncelerin sonu yoktu.

İnsan insan

Avcı toplayıcılık döneminden tarım toplumuna geçerek doğayla olan ilk savaşını kazanan insan, yolunda ilerlerken, paralelde doğadaki işleyiş değişmedi. Punduna getirip kurt kuzuyu yine kaptı. Erkek aslan sınırlarını çizmek için başka bir erkek aslanı tek bir darbeyle devirdi. Sokaktaki kedi yine bir fareyi eğlencesine öldürdü. Bir başka yerde ısrarcı bir şempanze en yüksek daldan çekip almayı başardığı bir muz salkımı için sevinç çığlıkları kopardı. Öte yandan yeni doğmuş kimsesiz bir kedi, yaşlı bir dişi köpek tarafından sahiplenildi. Koşullara göre bir zebrayla kaplan arkadaş olabildi. Doğal yaşam olduğu gibi devam etti.

Varmak istediğim, doğada başından beri acıma, iyilik, sevinç gibi kavramların bulunduğudur. Ancak bunlar insan dışındaki canlılar için kültürel kodlara referans etmezler; dolayısıyla doğada bir var olup, bir yok oluyorlar. Ancak insan türü için bunu söylemek mümkün değildir. Bir zeki yaşam formu olarak insan, yaratır ve yarattığını simgeleştirir. Güçlü olan simgeler -memler- yaygınlaşarak normlara dönüşür, kendiliğindenliğin olasılıklarında kaybolmazlar. Öte yandan insan dışındaki canlılar için doğadaki yıkıcılık, yok etme edimi, besin ihtiyacını karşılamanın ötesinde, irade ortaya koymak amacıyla veya -oyun gibi- amaçsızca gerçekleşebilir. Bu, bizi doğal yaşamın masum olmadığı gerçeğine götürür. Zira aksini iddia etmek doğa romantizmi yapmaktan öteye geçmeyecektir. Ancak evrimsel sürecini sürdürmekte olan insanın, gelişen bilincine rağmen yıkıcılıktaki açık ara üstünlüğü, bizi onun hala hayvan olduğu gerçeğine götürür. 

O halde insan...

İnsan bir sıfattır. Oysa dünya literatüründe bir isim olarak tanımlanır. Yıkıcı doğasına rağmen yaratım gücü, sanatı, onu insan olarak ifade etmek için yeterli görülür. Halbuki insan, idrakı-çıkarları ölçüsünde belli periyotlarda kendini olmak istediği, olduğunu sandığı gibi konumlayan ancak ilk fırsatta vahşi doğasına geri dönen bir yapıntıdır. Emekleyen ve bir gün yürüyeceğini düşleyen bir bebek gibi ama yürüyeceğinin, koşacağının kesinliği olmayan; -olduğu- hayvan ile -düşlediği- tanrı arasında kaybolmuş bir ara formdur. 


Evet, insan bir sıfattır; hayvanlar aleminin zeki, arsız üyelerinin kendine yakıştırdığı için giymek istediği bir giysidir. "İnsan gibi davranmış" der biri, insan sıfatını yakıştırdığı ötekine. Veyahut "İnsan olamamışsın sen, bre hayvan" der bir  başkası diğerine. 





Kusursuzluğu düşlerken ötekinin bakışıyla yarattığı yıkımı göremeyen "insan", idrakının benmerkezci doğasında düzenler kurmaya, yıkmaya ve yeniden kurmaya devam ediyor.  Peki, bu döngüyü değiştirebilmek için daha kaç giysi eskitmemiz gerekiyor? 





***

İnsan İnsan

İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Muhyiddin eder hâk kadir
Canların kalbinde olan
İnanç nedir şimdi bildim
Nişan nedir şimdi bildim. 
Görünür her şeyde hâzir
Ayan nedir pinhan nedir
Muhyiddin Abdal


İnsan insan, Fazıl Say





Sunday, 6 May 2012

Merhaba


O gün yol boyunca keyifsizce oturduğum koltuğumda, uyukluyor görünen tasvirimin tersine, birçok şeyi düşünüyordum.

Yaşamdan keyif alamamak; arkadaşlarla sohbet etmenin, kalabalıklarla yürümenin, bir köşeyi dönmenin, asansöre binmenin, yemek yemenin zevk vermediği, her şeyin sahte geldiği tatsız tuzsuz bir ruh halidir. Her şey buram buram sahte kokar: Fenomenal dünyanın sahteliği. Algılar alabora olur; geçmişin illüzyonal dünyası çökmektedir. Sezgiler dikili duyguları teker teker sökmeye başlar. Başı boş kalan duygular düşünceleri karıştırır ve dünya üzerinde türlü oyunların döndüğü bir sahne dekoruna dönüşür.

İşte bundan yaklaşık 3 ay önce aynı tatsız ruh hali içindeydim. Keyifsizce oturduğum otobüs koltuğunda düşüncelere dalmış anlamaya çalışıyordum olup bitenleri. Canlı, akışkan hayatın illüzyonal dünyası duvarda asılı duran yağlı boya bir tabloya dönüşmüştü. Edilgin, sınırlı ve pasif bir seyir nesnesiydi artık yaşam. Akış, kurma bir saattin rutin tik tak seslerinde akıyordu ve o sırada hiçbirini duymuyordum.


M. C. Escher, Sekiz kafa - 1922
Başı boş kalan duygular iç uzayda fırtınalar koparırlar. En derin düşünceleri sarsacak, bilinci yoldan çıkaracak, aklı bulandıracak kadar coşkundurlar: "Daha çok alan, daha çok özgürlük istiyoruz!" Sıkışıktır her yer. "Bize boşluk gerek!" Sığamazlar hiçbir yere; bir öfkede patlamak, bir göz yaşına karışıp gitmek isterler. "Düzen, az biraz düzen!" 

Bir Escher resmi gibidir formları: Kontrastları yansıtan dramatik, sonsuza kadar uzayabilecek bir yoğunluk hakimdir. Ancak aynı zamanda bir gölgenin dili kadar konuşkan, silueti kadar okunabilirdirler. Bazen Art Nouveau'nun en etkin formlarından birine bürünür, bir kırbaç gibi şaklayarak uzaklara, bulundukları yerden apayrı yerlere savururlar düşünceleri. Bazense tutunmanın güç olduğu kaygan bir zemin olur, alabora ederler sahiplerini. Ya da çakıl taşlarının pürüzüne, berrak göletlere, dibe doğru çeken sahralara dönüşürler; kıvrılırlar, ufalırlar, uzarlar, hep devam ederler. Ta ki sönümlenene dek.


Sunday, 1 January 2012

"Değişen dünya düzeni"ne bir bakış

Değişen dünya düzeni
Duymaya alışık olduğumuz bir ifade, değil mi? Genelini kravatlı, ciddi suratlı konuşmacıların oluşturduğu TV programlarında kurulan örtbas cümlelerinin başını çeker hep. Çevir sesi veren telefonun başarısız bir taklidinden öteye gitmeyen bu konuşmalardaki çekimsizlik bazen o kadar aşırıya kaçar ki, adapte olup dinleyebilmek için kendinizi  koltuğa zamk yardımıyla sabitlemeniz gerekir.

İşte bunun gibi zamk takviyeli programlardan biriydi; yaklaşık bir yıl önce soğuk algınlığım nedeniyle bir elimde kumanda, diğerinde mendil, battaniyeye sarılmış bir şekilde zaping yaparken denk geldiğim kanallardan birindeki program. Konuşmacılardan birinin "değişen dünya düzeni gösteriyor ki" demesi, kendimle birlikte uçuşan düşüncelerimi de yaydığım battaniyenin yüzeyinde hafif bir dalgalanmaya sebep olmuştu. Yüzeyden içeri sızan düşüncelerim duygularımda somutlaşmış, dizlerimden aşağıya doğru inerek küçük bir reflekse dönüşmüştü. Daha açık bir ifadeyle "değişen dünya düzeni", altına uzandığım battaniyeyi kısmi olarak havalandırmama sebebiyet verecek bir farkındalık düşürmüştü içime. İleride bu sözü duyduğunda irkilen ve sahiplerinden hazzetmeyen bir kişi yaratmakta olduğumun henüz farkında olmadan bir elimde mendil, diğerinde kumanda, doğrulduğum koltuğumda oturmuş düşüncelere dalmıştım:

"Değişen dünya düzeni... İyi de, kim değiştiriyor sürekli bu dünyanın düzenini?"