Ahşap oyma işiyle
uğraşan bir marangoz... Yakın gözlüğü burnunda, avcundaki minik çivileri sıkı
sıkıya kavradığı ayakkabının topuğuna itinayla çakmakta olan bir kunduracı... Kor
bir demir parçasını bükerek işleyen, ona şekil veren bir demir ustası... Zanaatkar kimdir?
Zanaatkar kimdir?
Geçen haftalardan
biriydi, bilmem hangiydi, ılık bir bahar gününde serbest yürüyüş halinde sokaklar
arasında dolaşıyor, sohbet ediyorduk. Kiliselerin halk üzerindeki baskısı, İsa figürünün
etkisi, orta çağda ‘sanat eseri’ derken konu konuyu açıyor, biz sokaklarda
kayboluyorduk. Bilgimiz, tahayyüllerimiz çerçevesindeki sohbetimiz, sanki unutkan
kafamın bir özrüymüş gibi var olan küçük,
sadık dostum google’un arada bir sunduğu desteklerle ilerliyordu. Derken, yıllardır
kafamı kurcalayan, üzerine okumalar, sunumlar yaptığım zanaatkarlık konusuna
girme isteğini duydum içimde. Öyle ki, sohbet akışını bozan bir girişle heyecan
içinde sordum: “Peki, sence zanaatkar kimdir?” Beklenmeyen soru
biraz düşündürmüştü. Sesimdeki muzurca özgüveni sezmiş olmalıydı. Kendisine
yöneltilen soruya yanlış cevap vermekten çekinen bir ilkokul öğrencisi gibi önce
düşündü, süre kazandı. Ardından temkinli ve fakat kararlı sesini giyindi, cevap
verdi: “Bir ressam değildir... Her şeyi yapar. Tuvali,
çerçeveyi... Hepsini.” Beklediğim cevabı almanın memnuniyeti içinde gülümsüyordum. Yol vermek maksadıyla, “Üretimin tüm aşamasında olan, diyelim bir koltuğu tek başına yapan kişi gibidir, mi diyorsun?” dedim. Başıyla
onayladı ve “İşin tamamına hakim olandır, aynen.” dedi. Sustum. Daha
evvel bu soruyu başkalarına sorduğumda verdikleri cevapları hatırlamaya
çalışıyordum. Bir keresinde, “Kendi işini keyifle yapan
ustalardır” şeklinde bir dönüş almıştım. Bir başkası, “Tek bir işi yaptığı için işinin ehli olan, bizim gibi on parçaya
bölünmeyen kişidir” demişti. Ardından güzel bir off çekmişti
hatta.
Kendi işini yapan,
işin tamamına hakim olan bir boyacı, kunduracı ya da marangoza işaret ediyordu tanımlar.
Sanayi devrimi sonrası yükselen fabrikaların gölgesinde kalan, seri üretimle
baş edemeyip dükkanları teker teker kapanan, nesli tükenmekte olan günümüz ustalarından
bahsediyorlardı.
Hiç şüphe yok ki, zanaat
ustaları modern zamanlar öncesinde en şahşahalı dönemlerini yaşamıştı. Sanat
ile zanaatın yollarını tamamen ayırmasından önceki zamanlardı bunlar. Antik
Yunan’dan Rönesans’a kadar olan dönemde kavramsal olarak başlayan bu ayrılık hikayesi, 18. yy sanayileşmesinin ve 19. yy teknolojik gelişmelerinin
ardından pratiğe dönüşecekti. Sanat özgürlüğünü ilan edip yaratıcılık ve dehanın
temsilinde yücelirken, zanaat ucuz emek ve kol gücüne indirgenecekti. [1] Peki,
zanaat basitçe el emeğinden çok daha fazlasını temsil ediyor olamaz mıydı? Sennett’a
göre pekala fazlasıydı.
Zanaatkar
Richard Sennett, kitabı Zanaatkar’da, "temel insan dürtüsüne, kendi iyiliği için bir görevi güzel yapma arzusuna işaret eder" dediği zanaatkarlığı, "bağlanılmış özgül bir insanlık durumu" olarak ifade ediyordu. "... el ile kafa, teknik ile bilim ve sanat ile zanaat birbirinden ayrıldığında”, yani “kavrayış ile ifade ediş ayrıldığında" kafanın nasıl sıkıntıya düştüğüne değiniyordu. Sennett’a göre zanaatkar; el ile kafa arasında ilişki kuran, kendi iyiliği için görevini güzel yapma arzusunda olan, sadece nesnel standartlara, yani ürünün kendisine odaklanan kişiydi. Ortaya koyduğu irade tamamen nitelikli iş yapmaya, iyi iş çıkarmaya yönelikti. Bu bakımdan zanaatkar, bir mobilya ya da demir atölyesinde çalışan ustadan çok daha fazlasını ifade ediyordu.
Marangoz, teknisyen
veya konuk icracı için yaptıkları iş, kazanç sağlamak üzere yapılan bir uğraşın
çok ötesindeydi. Onlar, iyi bir iş
çıkarmak üzere kendilerini adamış durumdaydı. Esas olan yapmakta oldukları işin iyiliğiydi,
o işte ne kadar sorumluluk sahibi oldukları ya da kazanacakları değildi.
Zanaatkar ölmedi, içimizde yaşıyor
Sennett, "bağlanılmış özgül bir insanlık durumu" olarak ifade ettiği zanaatkarlığı, maddi üretim kültüründen ayırmış, onu bir işçi, doktor ya da ebeveynin bedeninde yeniden var etmişti. Bu, yitip gitmekte
olduğuna inanılan bir kavramın bi’nevi insanlığa yeniden armağanı idi. Öyleyse kendi
doğasını oluşturma ve şekillendirme yeteneğine sahip insan, mevcuttan apayrı bir üretim kültüründe, doğasının ona sunduğu yaratıcılık ve dehasını ortaya koyarak kendini gerçekleştirebilir; zamandan, mekandan bağımsız olarak var olabilir, bu yeni üretim kültürü içinde maddi kaygılardan bağımsız olarak kendi işini örgütleyebilirdi. Onun için iş;
para kazanmak, hayatta kalmak için ihtiyaç duyulan, yapmakla yükümlü olunan bir
uğraşın çok ötesine geçebilirdi. Böylece insan, zanaat ve sanatın birbirine denkleştiği bir dünyada ‘ölümüne karşı direnebildiği’[2] bir varoluşu gerçekleştirebilirdi.
O gün yorulana kadar Burgazada'nın sokaklarında dolaşıp durmuştuk. Sonra kıyıda bir banka oturup İstanbul'u seyretmiştik. Zanaatkar üzerine burada bahsettiklerimin ne
kadarını konuşmuştuk, emin olamıyorum. Ancak kapanışı, çocukça bir heyecanla şu şekilde yaptığımı çok iyi hatırlıyorum: “Düşünsene! Bu, mülkiyetsiz bir yaşama geçiş anlamına geliyor!..”
***
[1]: Gilles Deleuze, 1987’de Paris'teki FEMİS Sinema okulu öğrencilerine hitaben yaptığı konuşmasında, sanatı, ölüme karşı bir
direnç olarak tanımlıyor. İnsanların kavgasıyla; ölüme, tahakküme, baskılara
karşı umutla direnebileceğini ifade ediyor.
[2]: Ali Artun, 2008’de YTÜ Sanat, Tasarım, Bilim Sempozyumu konuşmasında tasarımın kavramsallaşma ve kurumsallaşma etaplarını anlatırken, sanat ve zanaat kavramlarının doğuşuna, ayrılık sürecine değiniyor.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
- Richard Sennett, “Zanaatkar”, 2009
- Ali Artun, “Tasarım Dehşeti”, YTÜ Sanat, Tasarım, Bilim Sempozyumu konuşması, 2008, http://www.aliartun.com/yazilar/tasarim-dehseti
- Gilles Deleuze, “Yaratma eylemi nedir?”, Paris FEMİS Sinema Okulu konuşması, 1987, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=6,23,0,0,1,0
No comments:
Post a Comment