Tuesday, 2 August 2016

Sirkeci yolunda 'otorite' imgeleri

Güneş tepemde kayıtsızca yükseliyordu. Gölgesinden yararlanabileceğim ağaçların yokluğundaki çıplak yolda, dilime pelesenk olmuş eski bir Sefarad şarkısını mırıldanarak yürüyordum. Metro girişine vardığımda ferahlayarak gölgeliğe attım kendimi. Yürüyen merdivenlerden süzülerek turnikelere vardım. Kontrol noktasında, yine gevşek tavırlarla arama yapan kadınlı erkekli bir grup güvenlik görevlisi bekliyordu. Elindeki uzun namlulu silahını işaretçi olarak kullanan bir polis, namlunun ucunu doğrulttuğu yerde küçük bir insan birikintisi oluşturmuştu. Birikintinin içine doğru damladım. Rutinin getirdiği kayıtsızlık ve ilgisizlik içinde çantamın içini gösterdim ve turnikelerden geçtim. Uzaklaşırken, sindikleri köşeden içeri sızmanın yollarını arayan 10 yaşlarında iki Suriyeli çocuk gözüme ilişti. Gerideki büyükçe olanın yaban bakışları güvenlik görevlisinin üzerindeydi. Eskimiş yara bantlarıyla kaplı eliyle önündekini ittiriyor, bu sırada yüzünde muzur, koca gülüşler peyda oluyordu. Seyredildiğini fark eden küçüğü, tebessümümden cesaret alıp öne bir hamle yapar gibi oldu. Oysa turnikenin ötesinde, elinde dedektörü, sıkılgan bakışlarıyla duran görevli, varlıklarından zaten haberdar olduğu çocuklarla ilgilenmiyordu: kendi elinde taşıdığından daha etkili olduğu aşikar olan uzun namluluyu tutan polisteydi gözü.

"Hasetlik ile hayranlık arasında bir ifade olabilir miydi bu bakışlardaki? Sabahı uzun namlulu silahlar eşliğinde geçirmek onu heyecanlandırıyor ve arada bir sesini duyduğu dedektörünün ketum ahbaplığını katlanabilir kılıyor olabilir miydi?"


"Ya salio de la mar la galana", Savina Yannatou

Trenin gelmesini beklerken, her şeye ne çabuk alıştığımızın, kabullendiğimizin hoşnutsuzluğuyla doluydu içim. Savaş, mülteciler, OHAL, faşizm, türlü yobaz icraatları, nefret söylemleri, sükunetle duyarsızlığın birbirine karıştığı insanlık halleri... Bir an için yanlış peronda bekliyor olabileceğim geldi aklıma. Trenin hangi tarafa yanaşacağını tayin etmek için etrafıma bakındım. Başımın hemen üstünde yer alan dijital panoyu görebilmem için iki adım geri gitmem gerekti. Pano boştu. Sırayla diğer panolarda gezindi gözlerim: boş; boş; boş... O anda, geziniyor gibi yürüyen, uzun boylu, 40'lı yaşlarda, sıskaca bir güvenlik görevlisi önümde beliriverdi. Telsiz tutan ve bir erkeğe göre oldukça kibar görünen elinde belirgin bir damar hattı vardı. İnce, uzun parmaklar kımıldadı ve güvenlik görevlisi yüksek perdeden bir sesle konuşmaya başladı:  “Tren bu yana gelecek, bu yana geçin!” Mühim iş yapıyor olmanın verdiği mağrur bir duruş vardı üzerinde. Dünyasında öyle kendiyleydi ki, bu kendiliğe panoların neden çalışmadığını sorarak giren davetsiz bir misafir olsam, hemen oracıkta lanetlenebilirdim. 
Bakışlarım belindeki kemerini yakaladı. Sahi, ne çok sıkmıştı öyle. Ucu tutunduğu yerden-britinden fırlamış, bedeniyle beraber hareket eden bir uzvuymuş gibi her gevşek adımında sallanıyordu şimdi. Bunca yıllık memuriyet hayatının ehemmiyeti, büzük bir kemerin sallantısında kayboluyordu; farkında değildi. Gülümsedim. 

Peronda görevlinin azalarak uzaklaşan sesini duyan kalabalık aksi yöne hareketlenmeye başlamıştı. Önceden trenin kapı hizasında istiflenerek grup halinde bekleyen insanlar, şimdi karşı peronda kendilerine yer beğenmeye çalışıyorlardı. O sırada görevliden tarafa bir telsiz sesi çalındı kulağıma. Ne çok seviyorlardı dinlemeyi, dinletmeyi. 


Tren vızıldayarak perona yaklaştı. Kapı önlerine yığılan kalabalık, açılan kapıdan akar gibi zemine yayıldı. Bu, bedavanın kalabalığıydı. Zira yaşadığımız darbe girişiminin ardından memlekette bir 'sosyal devlet' rüzgarı esmeye başlamıştı; toplu taşıma ücretsizdi. Amaç farklı da olsa, kısa süreli de olsa insanlar hareket ediyorlardı. Hesabını kitabını yapmadan, özgürce bir yerden başka bir yere geçiyor, görüyor, duyuyor, teneffüs ediyorlardı. 
Bakışlarım yavaşça boşalan istasyona yöneldi. Az evvel yanımdan geçen telsizli görevli, şimdi, burnunun ucundaki gözlüğünden oyma işine bakan emektar bir oyma ustasının pür dikkatine bürünmüştü; aşağı yukarı devinen kaşlarıyla etrafı kolaçan ediyor, herkesin trene bindiğinden, ortalıkta avare bir paketin kalmadığından emin olmak istiyor gibiydi. Birkaç eğilip bükülme hareketinden sonra telsizini iki elinin arasına aldı ve gevşeyerek duvara yaslandı. Telsiz sesi kalkış sesine karıştı. Gidiyorduk...


"Kültürel kodunda güç ve otorite olan bir cihazla [telsiz] oynamak özgüvenini tazeliyor olabilir miydi? Öyle idiyse, daha güçlü bir otorite simgesi olarak polislerin metrolardaki varlığı, varlığını tehdit ediyor olmalıydı. Belki, turnikelerin ötesinde gördüğüm görevliye, daha iki gün önce polislerin metro güvenliğine dahil olması üzerine dert yanmıştı. Sırf onunkinden daha 'havalı' silahları var diye, ondan daha çok maaş alıyorlar diye, avucunun içi gibi bildiği metro alanındaki güvenliği yetersiz görmelerini küstahça bulduğundan; sürekli işine karışıp ahkam kesmelerinden, hele hele tüm bunları yaparken kendilerini 'bir şey' sanmalarından yakınmıştı. Belki sonrasında öteki görevli, biraz da polislere imrendiğinden olsa gerek, durumun o kadar da kötü olmadığını örnekleriyle anlatmaya çalışmıştı, ancak turnikelerden geçtiğim sırada, uzun namlulu silahı olan polise haset bakışlar atmadan da edememişti."



Tren hafif sarsılarak yavaşladı. Sarsıntının etkisiyle yalpaladım. Hangi durağa geliyorduk? Etrafa bakındım. Yaklaşan durağa dair hiçbir fikrim yoktu. Marmaray trenlerinin kötü tarafıdır, kapıların üstünde gösteren olarak ışıklı düğmeler yer almaz. Onun yerine denizin altından giden bir hat üzerinde istasyonların işaretlendiği bir İstanbul Boğazı görseli bulunur. Bakışlarımı umutsuzca görsele çevirdim ve trenin durmasını beklemeye koyuldum. Görselde bir gariplik vardı. Boğaziçi Köprüsü yanlış yerde duruyor olabilir miydi? Topkapı Sarayı orada.. Kız kulesi burada... Hmm... O zaman köprü niye böyle? Hangi noktadan bakarsam bakayım kapı üstündeki kadrajı yakalayamıyordum.  Bunu bilerek böyle yapmış olabilirler miydi? Hepsini tek bir kareye sığdıramadıkları için? Enteresandı.

Kapı açıldı, indim. Görselin neden kusurlu olduğuyla ilgili kendimi ikna edememiştim. Küçük keşfimin heyecanı da zaten kısa sürmüştü. Sahi, saat kaçtı? Şarjı tükenmekte olan telefonuma baktım. Geç kalmamıştım neyse ki. Bir ara şarjı daha dayanıklı bir telefon almam lazımdı. - Ne ara? - Bir ara. Mobili kapayarak şarj ekonomime katkı sağladıktan sonra yürümeye başladım.
Çıkışa doğru yaklaşırken telsizli görevliyi ve belinden aşağı sallanan asi kemeri geldi aklıma. Onu son gördüğüm yerde, etrafı kolaçan ettiği sırada, kemeri ortalıkta görünmüyordu. Demek ifşa olmuştu. Bir el çabukluğuyla kurtulduğu yere, britine geri konmuştu. Gülümseyerek yürümeye devam ettim.

Wednesday, 1 June 2016

Zanaatkar ölmedi, içimizde yaşıyor


Ahşap oyma işiyle uğraşan bir marangoz... Yakın gözlüğü burnunda, avcundaki minik çivileri sıkı sıkıya kavradığı ayakkabının topuğuna itinayla çakmakta olan bir kunduracı... Kor bir demir parçasını bükerek işleyen, ona şekil veren bir demir ustası... Zanaatkar kimdir?

Zanaatkar kimdir?
Geçen haftalardan biriydi, bilmem hangiydi, ılık bir bahar gününde serbest yürüyüş halinde sokaklar arasında dolaşıyor, sohbet ediyorduk. Kiliselerin halk üzerindeki baskısı, İsa figürünün etkisi, orta çağda ‘sanat eseri’ derken konu konuyu açıyor, biz sokaklarda kayboluyorduk. Bilgimiz, tahayyüllerimiz çerçevesindeki sohbetimiz, sanki unutkan  kafamın bir özrüymüş gibi var olan küçük, sadık dostum google’un arada bir sunduğu desteklerle ilerliyordu. Derken, yıllardır kafamı kurcalayan, üzerine okumalar, sunumlar yaptığım zanaatkarlık konusuna girme isteğini duydum içimde. Öyle ki, sohbet akışını bozan bir girişle heyecan içinde sordum: “Peki, sence zanaatkar kimdir?” Beklenmeyen soru biraz düşündürmüştü. Sesimdeki muzurca özgüveni sezmiş olmalıydı. Kendisine yöneltilen soruya yanlış cevap vermekten çekinen bir ilkokul öğrencisi gibi önce düşündü, süre kazandı. Ardından temkinli ve fakat kararlı sesini giyindi, cevap verdi: “Bir ressam değildir... Her şeyi yapar. Tuvali, çerçeveyi... Hepsini.” Beklediğim cevabı almanın memnuniyeti içinde gülümsüyordum. Yol vermek maksadıyla, “Üretimin tüm aşamasında olan, diyelim bir koltuğu tek başına yapan  kişi gibidir, mi diyorsun?” dedim. Başıyla onayladı ve “İşin tamamına hakim olandır, aynen.” dedi. Sustum. Daha evvel bu soruyu başkalarına sorduğumda verdikleri cevapları hatırlamaya çalışıyordum. Bir keresinde, “Kendi işini keyifle yapan ustalardır” şeklinde bir dönüş almıştım. Bir başkası, “Tek bir işi yaptığı için işinin ehli olan, bizim gibi on parçaya bölünmeyen kişidir” demişti. Ardından güzel bir off çekmişti hatta.




Kendi işini yapan, işin tamamına hakim olan bir boyacı, kunduracı ya da marangoza işaret ediyordu tanımlar. Sanayi devrimi sonrası yükselen fabrikaların gölgesinde kalan, seri üretimle baş edemeyip dükkanları teker teker kapanan, nesli tükenmekte olan günümüz ustalarından bahsediyorlardı.

Hiç şüphe yok ki, zanaat ustaları modern zamanlar öncesinde en şahşahalı dönemlerini yaşamıştı. Sanat ile zanaatın yollarını tamamen ayırmasından önceki zamanlardı bunlar. Antik Yunan’dan Rönesans’a kadar olan dönemde kavramsal olarak başlayan bu ayrılık hikayesi, 18. yy sanayileşmesinin ve 19. yy teknolojik gelişmelerinin ardından pratiğe dönüşecekti. Sanat özgürlüğünü ilan edip yaratıcılık ve dehanın temsilinde yücelirken, zanaat ucuz emek ve kol gücüne indirgenecekti. [1] Peki, zanaat basitçe el emeğinden çok daha fazlasını temsil ediyor olamaz mıydı? Sennett’a göre pekala fazlasıydı.


Zanaatkar
Richard Sennett, kitabı Zanaatkar’da, "temel insan dürtüsüne, kendi iyiliği için bir görevi güzel yapma arzusuna işaret eder" dediği zanaatkarlığı, "bağlanılmış özgül bir insanlık durumu" olarak ifade ediyordu. "... el ile kafa, teknik ile bilim ve sanat ile zanaat birbirinden ayrıldığında”yani “kavrayış ile ifade ediş ayrıldığında" kafanın nasıl sıkıntıya düştüğüne değiniyordu. Sennett’a göre zanaatkar; el ile kafa arasında ilişki kuran, kendi iyiliği için görevini güzel yapma arzusunda olan, sadece nesnel standartlara, yani ürünün kendisine odaklanan kişiydi. Ortaya koyduğu irade tamamen nitelikli iş yapmaya, iyi iş çıkarmaya yönelikti. Bu bakımdan zanaatkar, bir mobilya ya da demir atölyesinde çalışan ustadan çok daha fazlasını ifade ediyordu.





El hüneri olan bir ustadan çok daha fazlasını ifade eden zanaatkar; zaman, mekan, ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet sınırlarının çok ötesinde; penceresinin önünden gözetlediğimiz bir marangoz, laboratuarda kaşlarını çatmış şekilde çalışan genç bir kadın teknisyen ya da şehrin konser salonlarından birinde prova yapan bir konuk icracı olabilirdi. Bu üç örnek için Sennett şöyle diyordu: "Marangoz daha hızlı çalışsa, daha fazla mobilya satabilir; teknisyen önüne çıkan problemi şefine havale ettiği zaman onu alt edebilir; konuk icracı saate bakmayı akıl ederse tekrar anlaşma yapmak için şansı olabilir”.

Marangoz, teknisyen veya konuk icracı için yaptıkları iş, kazanç sağlamak üzere yapılan bir uğraşın çok ötesindeydi. Onlar, iyi bir iş çıkarmak üzere kendilerini adamış durumdaydı. Esas olan yapmakta oldukları işin iyiliğiydi, o işte ne kadar sorumluluk sahibi oldukları ya da kazanacakları değildi.


Zanaatkar ölmedi, içimizde yaşıyor
Sennett, "bağlanılmış özgül bir insanlık durumu" olarak ifade ettiği zanaatkarlığı, maddi üretim kültüründen ayırmış, onu bir işçi, doktor ya da ebeveynin bedeninde yeniden var etmişti. Bu, yitip gitmekte olduğuna inanılan bir kavramın bi’nevi insanlığa yeniden armağanı idi. Öyleyse kendi doğasını oluşturma ve şekillendirme yeteneğine sahip insan, mevcuttan apayrı bir üretim kültüründe, doğasının ona sunduğu yaratıcılık ve dehasını ortaya koyarak kendini gerçekleştirebilir; zamandan, mekandan bağımsız olarak var olabilir, bu yeni üretim kültürü içinde maddi kaygılardan bağımsız olarak kendi işini örgütleyebilirdi. Onun için iş; para kazanmak, hayatta kalmak için ihtiyaç duyulan, yapmakla yükümlü olunan bir uğraşın çok ötesine geçebilirdi. Böylece insan, zanaat ve sanatın birbirine denkleştiği bir dünyada ‘ölümüne karşı direnebildiği’[2] bir varoluşu gerçekleştirebilirdi. 


O gün yorulana kadar Burgazada'nın sokaklarında dolaşıp durmuştuk. Sonra kıyıda bir banka oturup İstanbul'u seyretmiştik. Zanaatkar üzerine burada bahsettiklerimin ne kadarını konuşmuştuk, emin olamıyorum. Ancak kapanışı, çocukça bir heyecanla şu şekilde yaptığımı çok iyi hatırlıyorum: “Düşünsene! Bu, mülkiyetsiz bir yaşama geçiş anlamına geliyor!..”




***

[1]: Gilles Deleuze, 1987’de Paris'teki FEMİS Sinema okulu öğrencilerine hitaben yaptığı konuşmasında, sanatı, ölüme karşı bir direnç olarak tanımlıyor. İnsanların kavgasıyla; ölüme, tahakküme, baskılara karşı umutla direnebileceğini ifade ediyor.

[2]: Ali Artun, 2008’de YTÜ Sanat, Tasarım, Bilim Sempozyumu konuşmasında tasarımın kavramsallaşma ve kurumsallaşma etaplarını anlatırken, sanat ve zanaat kavramlarının doğuşuna, ayrılık sürecine değiniyor.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------



  1. Richard Sennett, “Zanaatkar”, 2009
  2. Ali Artun, “Tasarım Dehşeti”, YTÜ Sanat, Tasarım, Bilim Sempozyumu konuşması, 2008, http://www.aliartun.com/yazilar/tasarim-dehseti
  3. Gilles Deleuze, “Yaratma eylemi nedir?”, Paris FEMİS Sinema Okulu konuşması, 1987, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=6,23,0,0,1,0



Tuesday, 15 March 2016

Uzaklaşmak, biraz Baudrillard okumak lazım

Dün akşam metroyla hastaneye giderken -başımda hafif ateşle- durağımın gelmesini bekliyordum. Yer olmadığı için ayakta kapı kenarında dikilmiş, yanan ışıkları takip ediyordum. Bir süre sonra gözüm, yandaki Clark Kent modeli saçlarıyla müzik dinleyen gence ilişti. Kulaklığından çevreye yayılan müzikler bende onu algılama farkındalığı yaratmıştı. Kafasıyla bir yandan ritm tutuyor, bir yandan da eli telefonda bir şeyler yapıyordu. İstemsizce gözüm telefonuna kaydı; whatsapp'ta seçtiği bazı mesajları siliyordu. Derken yanda biri kalktı, kalabalıkta yeşil bir alan beliriverdi. Yeşil alana yöneldim ve birazdan oturuyordum. Şimdi, yanımda, yüzünde gözlerinden aşağıya, yanaklarına doğru uzanan çizgileri olan 70'lerinde bir amca vardı. Çizgiler öyle uyumla iniyordu ki gözlerinden aşağı, böyle estetik, güzel, yaşlı bir yüze sadece imrenilebilirdi doğrusu. 
Amca, elindeki tükenmez kalemiyle, dizine dayadığı küçük not defterini karalıyordu. İstemsiz bakışlarım not defterinde gezindi bu defa. "Takım listesi" yazıyordu başında. Altta da bir liste vardı; çekiç, iki adet metre şeklinde devam ediyordu liste. Belli ki, mesleği gereği, elindeki aletlerin listesini çıkarıyordu. Kaybetmemek üzere bir kağıda yazıyordu onları. Amaç unutmamaktı. Kağıt kaybolmadığı sürece sahip oldukları elinde olacaktı. 

Az evvel ayakta duran genç şimdi karşımda oturuyor, telefonunda sildiği mesajların son kontrollerini yapıyordu. İçimden, ne çılgın bir zamanda, ne kaygan bir zeminde yaşıyoruz diye geçirdim. Simulakrların birbirini kovalaya durduğu bu yeni dijital dünyada fütursuzca davranmak bedavaydı. İstediğimiz zaman geri alınabilecek-yok edilebilecek sözlerimiz, eylemlerimiz vardı. Clark Kent gencimiz birkaç ‘tık’ ile, bir sebeple görmek istemediği mesajları yok edebiliyordu. Oysa yaşlı amcanın kuşağı için bu yok etme eylemi gerçekten bir Clark Kent işiydi.


- Bak şimdi güzel amcam, yazıyorsun ama daha karşıdaki okumadan silebiliyorsun ve o görmüyor. Hatta yazıyorsun, sonra okumuş mu, anlayabiliyorsun bile. 
- Yok artık!

Güzel amca, elindeki mavi tükenmez kalemiyle basit bir edimi gerçekleştiriyordu: Yazıyordu. Bu yaratıcı edim, alet listesini zamanın arsız yok ediciliğine karşı korumak içindi. Oysa teknoloji kahramanı Clark Kent gencimiz için yaratma edimi çok daha karmaşıktı. Bir hokkabaz gibi, var olanı yok ediyor, yok olanı var edebiliyordu. Üstelik bunu yaparken, var'ı ve yok'u, gerçekliği, gerçeklik algısını, nesneyi ve görüntüyü, nesnelliği sorgulatacak derin düşünceler salıyordu dünyaya. Eh, devir hokkabazlık devriydi. ‘What is Matrix?’ti. Değişim o kadar hızlıydı ki, içindeyken çok yakın olduğunuz için onu göremiyor, ancak hissedebiliyordunuz. Görebilmek için imgeler yığınından uzaklaşmanız gerekiyordu.

Bir süre uzaklaşmak lazım dedim içimden. Sessiz bir doğanın dinginliğine saklanmak lazım. Yaylı bir divana uzanıp mesela, kuş sesleriyle uyumak harika olurdu.

***
Cypher: "You know, I know this steak doesn't exist. I know that when I put it in my mouth, the Matrix is telling my brain that it is juicy and delicious. After nine years, you know what I realize? Ignorance is bliss.", The Matrix (1999)