Saturday, 19 July 2014

İnsan İnsan


Geçen yıl kurban bayramını geride bıraktıktan sonra, yaşadığım son zamanların da etkisiyle vejetaryen olma fikri üzerine bir takım iç monologlar içinde kıvranıp durduğum bir dönem geçirdim. 1 ay kadar et yiyemediğimi hatırlıyorum. Mesele tabii ki benim bireysel olarak göstereceğim bir düzen tepkisi ve buna bağlı olarak yaşayacağım iç huzurdan çok daha ötesini içeriyordu. İnsanın ilk zamanlarından başlayarak gelişim süreci boyunca sorduğu "kimim ben?" sorusuna verdiği cevaba göre değişen bakış açılarıydı bunlar, ve neye/kime dönüşeceğimizi belirleyecek olanlar kuşkusuz.

Maria ve Rotwang, Metropolis (1927), Fritz Lang

İnsanın bir makine olduğunu öne süren savlar, modernizm sürecinde öyle somutlaşma imkanı bulmuştu ki, bu süreç, makine gibi çalışan insanların üretim yaptığı bir dünya düzenini inşa etmişti. 18. yy akabinde batıdan yükselen yoğun sanayi dumanı buram buram kokusuyla tüm dünyayı sarıyordu. Yükselmekte olan, Avrupa rasyonalizminin bir yansıması olan yeni insandı ve bu yeni insan, proleterlerden oluşan, basit düşünüp rutin iş yapan biyolojik makinelerden ibaretti. Yaratıcı doğasına yabancılaşan, düşlem gücünden uzak, kendine söyleneni ne eksik ne fazla, söylendiği kadarıyla yapmakla yükümlü bu insan doğadaki ilk insanlarla aynı olabilir miydi? Doğada türlü doğal afetle, yırtıcı hayvanla, soğukla, hastalıkla, rekabetle baş eden insan, ileride adına medeniyet diyeceği bu dünyayı inşa ederken, günümüzün insanını yaratacağını öngöremiyordu kuşkusuz. Öngörse bu 'medeniyeti' böyle inşa eder miydi, bilinmezlik konusu.

Ötekinin bakışı

İnsan değerinin bulunduğu sınıfa göre değiştiği, yozlaştırıcı, ilkelleştirici, alıkoyucu, yok eden bir egemenler sisteminin içinde yaşadığımız bir gerçek. Kendi türünü bu denli yozlaştıran, katleden bir tür olarak insanoğlu, zaten ilkel olan ve bu nedenle yaşama amacının insanlığa hizmet etmek olacağını düşlediği hayvanlar için çok daha fazlasını neden yapmasındı? Tam bu noktada, Skop'ta okuduğum bir Zizek yazısından bahsedeceğim. 2010'da Birkbeck Institute’ta yaptığı bir konuşmada, Derrida'nın This Animal that therefore I am isimli kitabından yola çıkarak şöyle diyordu:

"... Derrida’nın satırlarını okurken, yıllar önce gördüğüm bir kedinin fotoğrafı aklıma geldi. Bu fotoğraf, kedi çok korkunç bir deneyden geçirildikten hemen sonra çekilmişti. Deneyde bir canlının ne kadar darbeye dayanabileceği test ediliyordu. Bunun insanlara ne gibi bir fayda sağlayacağını anlamamıştım. Bu kedi, bir santrifüj makinesine konmuş ve deli gibi döndürülmüştü. Fotoğrafta, kemikleri kırılmış bir kedi görüyordunuz, benim için en şok edici yanı ise tüylerinin çoğunun dökülmüş olmasıydı. Ama buna rağmen yaşıyor ve objektife bakıyordu. 

İşte bu noktada o Hegelci soruyu sormak istiyorum: Kedi, bizde ne görmüştü? Ne tür bir canavara bakıyordu? Kedinin bizim için ne ifade ettiği değildi mesele, biz kedi için neydik?"

Pasajı okuduğum zaman, acı içinde bakan minik bir kedi belirmişti gözümün önünde. Saf ve acılı bakışları objektifte patlıyordu. Bu, düşündüğünüzde gerçekten dehşete düşürebilecek cinsten bir kareydi. Savunmasız bir canlı ve onun bu durumundan yararlanarak ona çeşitli testler yapan, onu bir tüketim materyali olarak kullanan bir başka canlı-insan... Biraz daha düşündükçe; tavuk üretim çiftlikleri, sokak hayvanlarının telef edildiği merkezler, biyoloji ve tıp laboratuarlarındaki denek fare ve kurbağalar, nükleer denemelerin yapıldığı okyanus sakinleri, sadece evin içindeler diye öldürdüğümüz haşereler, 2. dünya savaşında kamplarda kobay olarak kullanılan insanlar gelip geçti gözümün önünden. Farkında olup da görmezden geldiğimiz ne çok şey vardı! Düşündükçe çaresiz hissetmeye başlıyordum; ben de bunlardan en az birini zaten yapmıştım veya yapıyordum. Yaşam, canlılık bedavaydı. Evimin egemeni olan ben, tiksinti veya korkudan atmayı beceremediğim bir böceğe kolaylıkla ölümcül bir zarar verebiliyordum. Devlet benim gibi birçok insanı sokaklarda bedavaya öldürebiliyordu. Bir ordu, kurduğu kamplarda bugünün tıp dünyasının sahip olduğu bilginin temellerini, esir olarak tuttuğu insanlar üzerinde türlü işkencelerle test yaparak inşa edebiliyordu. Bir belediye görevlisi, elindeki şırıngayla otomatiğe bağlamışçasına sokak hayvanlarını telef ederek ailesini geçindirebiliyordu.



Ötekinin bakışı, Skop



O andan itibaren gözlerimden yaş akmasına engel olamamaya başladım. Ötekinin bakışıyla acımasız bir gaddar, kendime döndüğümde ise acı çeken bir mağdurdum. Tam bir çaresizlik çıkmazı. Varlığımla yüzleşmem, gözümün önündeki perdeleri aralamış, o bariz gerçeği çıkarmıştı. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşeliydi. Devam etmek için her zaman "iyi" bir gerekçemiz olacaktı.

İşte bu kadar kolay dedim kendime, bu kadar kolay acımak. Tıpkı üzüntü ve mutluluklarımız gibi, acıma duygumuz da belirli bir zaman aralığında gerçekleşen biyolojik geçici bir inşadan ibaret. Geçtikten sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamımıza geri dönüyoruz. Ya da beğenmesek de bu işleyişi değiştiremeyeceğimiz sonucuyla başka bir anı kovalamayı başlıyor düşüncelerimiz. Az sonra, gözlerimdeki yaşların azalması ve yüzümden aşağı doğru inen yolların kuruyacak olması işte buna işaret ediyordu. Peki, ne yapabilirdim? Vejetaryen ya da vegan olarak geçirdiğim tüm hayatım boyunca yenilebilir hayvanların sadece küçük bir oranını kurtarabilirdim. Testlerde denek olarak kullanılan hayvanlar veya ötekiler için ne yapacaktım? Tıp ne olacaktı? Bilim ne olacaktı? Medeniyet? Medeniyet var mıydı? Bu düşüncelerin sonu yoktu.

İnsan insan

Avcı toplayıcılık döneminden tarım toplumuna geçerek doğayla olan ilk savaşını kazanan insan, yolunda ilerlerken, paralelde doğadaki işleyiş değişmedi. Punduna getirip kurt kuzuyu yine kaptı. Erkek aslan sınırlarını çizmek için başka bir erkek aslanı tek bir darbeyle devirdi. Sokaktaki kedi yine bir fareyi eğlencesine öldürdü. Bir başka yerde ısrarcı bir şempanze en yüksek daldan çekip almayı başardığı bir muz salkımı için sevinç çığlıkları kopardı. Öte yandan yeni doğmuş kimsesiz bir kedi, yaşlı bir dişi köpek tarafından sahiplenildi. Koşullara göre bir zebrayla kaplan arkadaş olabildi. Doğal yaşam olduğu gibi devam etti.

Varmak istediğim, doğada başından beri acıma, iyilik, sevinç gibi kavramların bulunduğudur. Ancak bunlar insan dışındaki canlılar için kültürel kodlara referans etmezler; dolayısıyla doğada bir var olup, bir yok oluyorlar. Ancak insan türü için bunu söylemek mümkün değildir. Bir zeki yaşam formu olarak insan, yaratır ve yarattığını simgeleştirir. Güçlü olan simgeler -memler- yaygınlaşarak normlara dönüşür, kendiliğindenliğin olasılıklarında kaybolmazlar. Öte yandan insan dışındaki canlılar için doğadaki yıkıcılık, yok etme edimi, besin ihtiyacını karşılamanın ötesinde, irade ortaya koymak amacıyla veya -oyun gibi- amaçsızca gerçekleşebilir. Bu, bizi doğal yaşamın masum olmadığı gerçeğine götürür. Zira aksini iddia etmek doğa romantizmi yapmaktan öteye geçmeyecektir. Ancak evrimsel sürecini sürdürmekte olan insanın, gelişen bilincine rağmen yıkıcılıktaki açık ara üstünlüğü, bizi onun hala hayvan olduğu gerçeğine götürür. 

O halde insan...

İnsan bir sıfattır. Oysa dünya literatüründe bir isim olarak tanımlanır. Yıkıcı doğasına rağmen yaratım gücü, sanatı, onu insan olarak ifade etmek için yeterli görülür. Halbuki insan, idrakı-çıkarları ölçüsünde belli periyotlarda kendini olmak istediği, olduğunu sandığı gibi konumlayan ancak ilk fırsatta vahşi doğasına geri dönen bir yapıntıdır. Emekleyen ve bir gün yürüyeceğini düşleyen bir bebek gibi ama yürüyeceğinin, koşacağının kesinliği olmayan; -olduğu- hayvan ile -düşlediği- tanrı arasında kaybolmuş bir ara formdur. 


Evet, insan bir sıfattır; hayvanlar aleminin zeki, arsız üyelerinin kendine yakıştırdığı için giymek istediği bir giysidir. "İnsan gibi davranmış" der biri, insan sıfatını yakıştırdığı ötekine. Veyahut "İnsan olamamışsın sen, bre hayvan" der bir  başkası diğerine. 





Kusursuzluğu düşlerken ötekinin bakışıyla yarattığı yıkımı göremeyen "insan", idrakının benmerkezci doğasında düzenler kurmaya, yıkmaya ve yeniden kurmaya devam ediyor.  Peki, bu döngüyü değiştirebilmek için daha kaç giysi eskitmemiz gerekiyor? 





***

İnsan İnsan

İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Muhyiddin eder hâk kadir
Canların kalbinde olan
İnanç nedir şimdi bildim
Nişan nedir şimdi bildim. 
Görünür her şeyde hâzir
Ayan nedir pinhan nedir
Muhyiddin Abdal


İnsan insan, Fazıl Say